20 Şubat 2014 Perşembe

Merhûm HASAN ÂLÎ YÜCEL'den alıntılar... Varan 3





Oysa ALLAH'a gerçek îmân, 
gören göz­lerle aydınlıkta O’nun varlığına ermektir.
Hakka erenler, böyle kişilerdir işte!
Bizi, bu kullarından eyle Yâ Rabbî!
Meçhullerin karanlığına cesaretle yürü­yenlere 
bir gün hakk doğar.
Ümidimiz bu olsun!
Hakkın girdiği yerde bâtıl duramaz.
Tesellîmiz, bu olsun!
Hakkta birlik vardır, bâtılda çokluk.
Biri varlık, biri yokluk.
Var olmaktan korkan, yokluğa kurbandır.
Yok olmayı bilen insan, var olmanın yolunu bu­landır.
Sağır ve dilsiz olmıyan vicdan, her zaman der: “ALLAH'a inan!”
Bizi, bu sesi duyanlardan eyle Yâ Rabbî!


Hasan Âli Yücel, 
Orhantepe, 15 Ekim 1954

Merhûm HASAN ÂLÎ YÜCEL'den alıntılar... Varan 2





Henüz O’na îmân etmeyenler vardır; îmân edenlere gülerler.
O’na îmân ettiğini sanıp da ne kendilerini O’nda, ne O’nu kendilerinde göremeyenler de çoktur.
Mü’min görünüp aslında îmâna erişememişlerin hâli, inkâr edip de inanmadığı şeyi bulmuş olduklarından habersizlerin istikbâline benzer.
Biri aydınlıkta gezer kör, öbürü karanlıkta aradığına dokunup da ne olduğunu farkedemeyen şaşkın gibidir.
Oysa ALLAH'a gerçek îmân, gören göz­lerle aydınlıkta O’nun varlığına ermektir. 

Merhûm HASAN ÂLÎ YÜCEL'den alıntılar...






Baskıyle, cebirle olmaz îmân,
İkrâha yasak deyince Kur’ân.

Hürriyetsiz ibâdet olmaz,
Hürriyetsiz diyânet olmaz.

ALLAH'ına bağlanınca kullar,
Birden açılır önünde yollar.

Hürriyete yaklaşır içinden,
Tevhîde varır bu yolda dinden.

Îmâna yakışmıyor esâret,
Hür olmadadır bütün selâmet.

İslâmiyet bu kurtuluştur,
Hürriyeti dinde bir buluştur.

Feyz aldım onun hakikatinden,
Kurtuldum esirlik âfetinden.

Kurtuldum, evet, kesildi bağlar;
Daldım denize kopunca ağlar.

Kalbimde sükûn, huzûra vardım;
Zulmet bitiverdi, nûra vardım.

Erdim tevhîde ben gönülden,
Hamdolsun, hür bir insanım ben.

İkbâlimmiş gözümde perde,
Bir başka havâ esince serde,

Düştüm de uyandım uykulardan,
Sıyrıldım o sahte kaygulardan.

Oldum yücelikten öyle âzâd,
Etmem o zamanı ben şimdi yâd.

Hiç kalmadı yükselişte meylim,
Alçakta duran her işte meylim.

Bıktım kula kulluk eylemekten,
Her hırsı çıkarmışım yürekten.

Bağsız kişiyim, bağımsız oldum;
Hürriyeti ben bu yolda buldum.

Bir ayrı siyâset ettim îcat;
Hiç istemeyip de kuldan imdat

Takdîrimi sade Hakka verdim,
Gördüm ki bununla bitti derdim.

Çıktım o gavâilin içinden,
Geçtim de zamâne süzgecinden.

Mâdûn, mâfevk silindi, gitti;
Bir tasfiye devridir ki bitti.

Gamsızlardan uzak makamım,
Hakk yolcusu olmadır merâmım.

Alâyişe bağlarım çözüldü,
Bir damlada bir ömür süzüldü.

Tûfân oldu, arındı rûhum;
Hakkım, dersem, ikinci Nûh’um.

Dağ başlarını tutunca mesken,
Alçakdakiler çekildi benden.

Yalnızlığın ayrı bir ibâdet,
Tekken doğuyor içimde vahdet.

Hak’tan yana döndü ihtiyârım,
Kullar bilsin ki, bahtiyârım.

Tanrım, emelim, yolunda olmak;
Tevhîdini vahdetinde bulmak.

Bezdim bu cehil karanlığından,
Kurtar beni gafletin ağından.

Yar sînemi lûtfunun eliyle,
Doldur onu aşkının seliyle.

Yaksın beni, her şeyim yok olsun.
Ancak sana kulluğum çok olsun.

İsterse dayanmasın bu kalbim;
Yık, kâbene benzemezse Rabbim...


YÜKSEK UÇUŞ DERİN DALIŞ 6



Merkez Algısı”ndaki sapma bâbında…



Ortadoğu” deyip duruyoruz içinde yaşamakta olduğumuz coğrafyaya.
Hem de en yetkili ağızlar, en akıllı zannettiğimiz insanlar, üzerinde hiç düşünmeden habire kullanıyorlar bu ifâdeyi: “Ortadoğu”.
Kime göre, neye göre?
Batı”ya göre tabiî!
Batı”ya göre “Doğu”dayız. Ama tam da “Doğu”da değil - “Ortadoğu”da.
Anlaşıldığı kadarıyla “Batı”ya göre “Doğu” İran’dan itibâren başlıyor.
Ama mes’ele bu değil!
Bir yeri “sağ”, “sol”, “Doğu”, “Batı”, “Kuzey”, “Güney” diye tarif edebilmemiz için herşeyden önce bir “Merkez” belirlememiz gerekir: bu “Merkez”e göre anlam kazanır bütün yönler.
Merkez”e neyi ya da kimi koyduğu çok önemlidir kişinin: kendisini mi, yoksa bir başkasını mı?
İçinde yaşadığımız coğrafyaya, bize göre “Batı”da olan Avrupa’nın “Ortadoğu” demesi anlaşılabilir.
Peki ya biz, niye kendi yaşadığımız coğrafyayı, üstelik de maddî ve - en azından tarihî konum ve de miras açısından - mânevî olarak tam de “Merkez”inde olduğumuz/durduğumuz hâlde, niye “Ortadoğu” diye adlandırıyoruz, adlandırmaktan rahatsız olmuyor, bunda hiçbir sakınca görmüyoruz?
Tarih şuurumuzda ya da kimlik algımızda bir “Merkez Algısı” kayması mı gerçekleşmiş yoksa, biz hiç farkına varmadan?
Batı”nın, içinde yaşadığımız coğrafyaya “Ortadoğu” demesi, kendisini “Merkez”e almış olmasından kaynaklanıyor besbelli. Biz de kendi coğrafyamıza “Ortadoğu” demekle kendimizi değil, “Batı”yı “Merkez” kabûl etmiş oluyoruz ister istemez.
Ama işin en tuhaf yönü, bütün dünyaya, hatta Amerika’ya dahi kendini “Merkez” olarak dayatmayı başarabilmiş olan “Batı”nın - çünki, malûmunuz A.B.D. bile, kendisine göre bir hayli uzak bir “Doğu”da olan coğrafyamızı “Ortadoğu” diye tanımlamaktadır! - her nedense kendine “Merkez” değil, “Batı” demesidir!
Batı” deyince dünyanın her yerinde Avrupa ve maddî/mânevî “uzantı”ları anlaşılır. Hattâ Japonya’da bile! Hâlbuki Japonya’ya göre “Batı” Çin’dir! Avrupa olsa olsa “Uzakbatı” olabilir!
Avrupa, kendine “Batı” demekle, kendisine göre “Doğu”da duran başka bir “Merkez”in varlığını varsaymakta, daha doğrusu kabûl etmektedir besbelli! Ama bu da “Batı”nın bütün dünyaya dayattığı ve de, görünen köy o ki, kabul ettirdiği,  kendini “Merkez” olarak algılattırma olgusuna aykırıdır, dahası taban tabana zıttır!
Avrupa, ona kendini “Batı” olarak tanımlattıran bu “Doğu”daki “Merkez”i besbelli ki şuuraltının karanlık derinliklerine itmiş, oraya gömmüştür!
O hâlde sormak, daha doğrusu herkesten önce bizim sormamız gerekir: Kimdir ya da neresidir bu “Batı’nın Şuuraltında Yatan Merkez”?
Haydi gelin, biraz tarih okuyalım, aslında “kim” ve “ne” olduğumuzu bir daha hatırlayalım ve artık bundan böyle kendi coğrafyamıza, “Batı”nın/“Batı’lı”nın (dilerseniz buna “Bâtılın” da diyebilirsiniz, ki fakîrin tercîhi budur!) gözüyle bakmatan bir ân önce kurtulup “Ortadoğu” demekten vazgeçelim! Zira coğrafyamızın geleceğinin aydınlık mı yoksa karanlık mı olacağı, hiç kuşkunuz olmasın ki, bu “Merkez Alıgısı”nın doğru zemîne oturtulmasına doğrudan doğruya bağlıdır!

Müteyakkız olalım, hep müteyakkız kalalım!!!

YÜKSEK UÇUŞ DERİN DALIŞ 5



Anlayana “Sivrisinek saz…”


Endülüs’lü büyük İslâm âlimi İmam Kurtûbî (vefâtı Hicrî 671/Mîlâdî 1273) Türkçemize de kazandırılmış olan 20 ciltlik muhteşem Kur’ân tefsîri el-Câmiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân’da (Burûc Yayınları) mubârek Bakara sûresinin otuzdördüncü âyet-i kerîmesini tefsîr ederken şu çarpıcı ve kanaat-i âcizâneme göre son derece önemli tesbitte bulunur:
Günahların başlangıcı kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Daha sonra ise haseddir!
İnsanı Hak ve Hakîkat’in bildirdiği bütün ölçü, değer, kural, emir, yasak ve hükümlerden uzaklaştırıp sapkınlığa düşmesine yol açan bütün tutum, tavır ve davranışların tamamı “günah” kavramının kapsamına girer.
Merhûm üstâdın bu çarpıcı tesbîtini şöyle genişletmek mümkündür: “İnsanın ferdî ve toplumsal hayatında görülen bütün bozuklukların, çarpıklıkların, çirkinliklerin, kötülüklerin, hülâsâ menfî olan herşeyin altında, bunları tetikleyen ve de tahrîk eden üç temel dürtü vardır: kibir, hırs ve hased!
Malûm, kibir, “büyüklük taslamak, kendini herkesten üstün görmek” demektir. İnsanın en kolay düştüğü, en tehlikeli mânevî tuzaklardan biridir!
Hırs, “bir şeyi elde etmek için duyulan, önüne geçilmez derecede kuvvetli istek” demektir. Öyle bir kuvvetli istek ki, âmiyâne ifâdesiyle “bir türlü doymak bilmezlik”ten kaynaklanır ve tam bir “gözüdönmüşlük” hâline dönüşür. İçinde yaşamakta olduğumuz çağda Bâtıl Batı’nın bütün insanlığa giydirdiği “Tüketim, ille de tüketim!” adındaki deli gömleği bu hırsın yalnızca biteviye beslenmesi değil, alabildiğine kamçılanmasıdır!
Hased, çok özel ve aynı zamanda en korkunç kıskançlık türünün adıdır Arabca’da ve şöyle aktarılabilir: “Bende yok; hiç kimsede olmasın!
Merhûm üstâd İmam Kurtûbî’nin bu tesbîtinin ne kadar isâbetli ve de önemli olduğunu görebilmek için herkesin kendi en yakın çevresine ve özel hayatına dikkatle, eleştiren bir gözle bakması yeter de artar bile! Hakîkaten de canımızı sıkan, dahası, iyice yakan/yakmış olan her türlü bozuklukluğu, çarpıklıklığı, çirkinlikliği, kötülüğü, hülâsâ menfî olan herşeyi şöyle bir kurcaladığımızda bu üç unsurun ya tamamının, ya da en azından ikisinin varlığını hemen tesbît ederiz: kibir, hırs ve hased!
İktidâr çok büyük bir güçtür; daha doğrusu büyük bir güce sahip olmak demektir.
Çok büyük güç, göz açıp kapayıncaya kadar, insan daha ne olduğunun, daha doğru bir deyişle, “neye dönüştüğünün” farkına bile varamadan kibiri getirir beraberinde. Kibir, hiç kuşku yok ki, hırsı tetikler ve hırs, tamamen bürdüğünde kişinin gönlünü, hased canavarının doğumuna ebelik eder!
Fakîrden hatırlatması…
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az!

Aman, müteyakkız olalım, hep müteyakkız kalalım! 

YÜKSEK UÇUŞ DERİN DALIŞ 4


Seçim Bitti! Şimdi İmtihân Zamanı!


Önce bir özür, okkalı tarafından: geçen hafta, çok yoğun bir koşuşturma içinde geçtiği için, yazımı yetiştiremedim, hakkınızı helâl edin!
Bu yazım yayınlandığında, seçim netîcesi apaçık ortaya çıkmış olacak, inşaallah…
Ama bugünden sağlıklı bir tahmîn yapmak mümkün: görünen köy kılavuz istemez!
Seçimin netîcesi bir “deprem”e ya da “şok dalgası”na yol açmayacak; bu kesin!
Besbelli ki birileri, bir Tuhaf Gürûh, o, selîm akıllara durgunluk veren müzmin Birtürlüaymakbilmezlik hastalıkları yüzünden bir hayli sarsılacak!
Önce mazlûm ve de mahzûn memleketimizin hakîkî efendisi olan aslî millete ne kadar yabancılaşmış olduklarının dersini alacaklar. Kendilerini yegâne ve de mutlak hâkimi zannettikleri topraklarda, “hevâlarına göre takılarak” ve kimizaman astığı astık-kestiği kestik zorbalıklar yaparak hüküm sürmeye alışmış sömürge vâlileri misâli, “Galiba biz buralı değilmişiz!” diyecekler. İçlerinden bir kısmı bu farkına varışı/uyanışı iyi değerlendirip sağlam bir özeleştiri yapmaya duracak.
En azgın ve de kendini bilmezleri ise, ayyûka çıkan edebsizlikleriyle aslî millete en galîz ifâdelerle hakaret üstüne hakaret yağdıracak her zamanki gibi!
12 Haziran seçimlerinin, kanaat-i âcizâneme göre, en hayırlı netîcesi yalnızca o Tuhaf Gürûh’a aslî milletin kim ve eğer kararlı/cesûr davranırsa nelere muktedîr olduğunu göstermesi değil, aynı zamanda da aslî millete nicedir yitirmiş olduğu “özgüven”ini yeniden kazandırması ve de tescîl etmesi olacak. Bu “özgüven”  o Tuhaf Gürûh’un bütün kumdan kalelerini yıkacak, afra-tafra balonlarını patlatacak biiznillâh! Yeter ki “şımarıklık” ve o şımarıklıktan kaynaklanan bir “kibir” yani, “büyüklenme” ve ondan beslenen bir “taşkınlık” ya da “azgınlık hâli” olarak değil, Mü’min ve de Mü’mine Müslümanlara yaraşır bir “vakâr” yani, önce Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, sonra da onun bütün kulları karşısında “sorumluluğunu müdrîk olmak”tan doğan bir “ağırbaşlılık” olarak tezâhür etsin!
Şimdi kapımızda bekleyen en büyük imtihan bu!

Aman, müteyakkız olalım, hep müteyakkız kalalım! 

YÜKSEK UÇUŞ DERİN DALIŞ 3


VAHŞÎ DALAŞI” ya da “ÖRT Kİ ÖLEM!”


Seçim öncesi propaganda yasağı yaklaştıkça, halkın/seçmenin oyunu kazanmak için o seçim meydânı benim - bu seçim meydânı senin koşuşturup duran siyâsetçilerimizin söylemleri her geçen gün daha da keskinleşiyor, sertleşiyor, edeb ve dolayısıyla da tahammül sınırlarını bir hayli zorluyor!
Herkes ama öncelikle ve özellikle de seçmen bu durumdan son derecede rahatsız!
Hasma yönelik bazı takılmalar, kışkırtıcı ifâdeler seçim konuşmalarının tuzu-biberidir, seçmenin hoşuna giden belli bir lezzet katar propaganda faaliyetlerine.
Ama tuzun da biberin de dozu kaçınca, önce tad bozulur, sonra da sunulan –ister yemek olsun, ister seçim konuşması- birden zehir zıkkım olur!
Fütursuzca savrulan hakaretâmîz her ifâde, hakaret dozunu daha da tırmandıran bir cevâbı tetikler ve bu durum akıllara durgunluk verici bir hızla tırmanışa geçen bir karşılıklı hakaretleşme sarmalına dönüşür.
Bir süre sonra da ortada ne siyâset kalır, ne de siyâsetçi: yalnızca gözü öfkeden dönmüş ve de kararmış bir sürü arka mahalle kabadayısı ile tozu dumana kattığı için artık kimin kim ya da ne olduğu bir türlü seçilemeyen bir vahşî dalaşı!
Bu dalaşın içindekiler öyle bir hırs ve öfke sarhoşluğuna düşerler ki, bir süre sonra, seçmenin nezdinde ne duruma düştüklerini hiç mi hiç farkedemez hâle gelirler:

“Bu ağzının terâzisi kaçıklar mı yönetecek bizi? Bu, besbelli ağzından çıkanı kulağı işitmeyenlere mi emânet edeceğiz memleketimizin, çocuklarımızın, torunlarımızın istikbâlini?”
“Yarın, seçim bitip de ak sakal-kara sakal ortaya döküldüğünde, seçim meydânlarını fırtınası dindiğinde, nasıl bakacaklar birbirlerinin yüzüne? Nasıl yan yana oturacaklar, nasıl el sıkışacaklar yeri ve zamanı geldiğinde birbirlerine ettikleri bunca ağır hakaretten sonra?”

Tükürdüğünü yalayan durumuna düşmekten daha beteri varsa bir siyâsetçi için, o da riyâkâr durumuna düşmektir halkın/seçmenin nezdinde!
Seçim meydânlarında öfke krizlerine, ya da daha doğru bir deyişle “öfke şeytânı”na mağlûb olan siyâsetçilerin hemen hepsi de Müslümandır, ya da en azından kendilerini, bu yönde bir suâl sorulduğunda Müslüman olarak tanımlarlar – hem de hiç tereddütsüz!
Peki bu Müslümanlar, her Mü’min Müslümanın olmazsa olmaz ve de asla vazgeçilemez hayat rehberi olan mubarek Kur’ân’a hiç bakmazlar, onun aydınlığından hiç istifâde etmezler mi – hele çok gerilimli geçeceği besbelli olan bir seçilme mücâdelesine sıvanmadan önce?

Bakın, mubârek el-Furkan sûresinin 63. âyet-i kerîmesinde ne buyuruyor Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu:
Bismillâhirrahmânirrahîm… Rahmân'ın kulları ki, onlar yeryüzünde vakûr bir tevazu içinde yürürler ve ne zaman câhiller - yani kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa derler ki:“Selâm!”

Şimdi sorarım size, hangisi daha kötü: Mü’min bir Müslüman olarak mubârek Kur’ân’ın rehberliğinden yararlanmayı bir türlü akıl edememek mi, yoksa bu âyet-i kerîmenin hükmüne bir türlü uyamamak mı?

Mü’min Müslümanın, ister oy isteyen siyâsetçi, ister oy verecek olan seçmen olsun, başkalarından hiçbir farkı yoksa ya da kalmamışsa vay hâlimize: “Ört ki ölem!”


Müteyakkız olalım ve hep müteyakkız kalalım İNŞAALLAH!

YÜKSEK UÇUŞ DERİN DALIŞ 2


DEMOKRASİ CÜMLESİ”Nİ KURARKEN…


Demokrasi Cümlesi’ni kuran dört ana eylem vardır:” diyor Kanadalı yazar ve mütefekkir John Ralston Saul, “Biiir: muhtemel sonuçları gözönünde bulundurarak bir değerlendirmede bulunmak (ya da: tedebbür); ikiii: sebeblerden yola çıkarak derin derin düşünmek (ya da: tefekkür); üüüç: kuşkuyla yaklaşmak (ya da: herşeyi olduğu, daha doğrusu gösterildiği/sunulduğu gibi kabûl etmemek); dööört: bu verilerden yola çıkarak müzâkere etmek/tartışmak.”
Sonra devam ediyor: “Burada kuşkuyla yaklaşmak konusu üç basamaktan/aşamadan meydana gelmelidir: sorgulamak, üzerinde kafa yormak ve dikkatle tartmak. Demokrasinin bir numaralı göstergesi olan seçimi gerçekleştiren seçmenin oyu ise Demokrasi Cümlesi’nin sonuna konan noktalama işâretidir.”
Ama bu noktalama işâretinin ne olduğunu ya da olması gerektiğini bize bırakıyor: nokta (.) mı; virgül (,) mü; noktalı virgül (;) mü; iki nokta üstüste (:) mi; ünlem (!) mi yoksaaa… soru işâreti (?) mi?
Oylamanın/seçimin neticesinde demokrasi cümlesinin sonuna hangi noktalama işâretinin yerleştiğini doğru yorumlayabilmek, oy talebinde bulunan siyâsetçileri bekleyen en zorlu görevdir – bunda hiç kuşku yok! Zira bu noktalama işâretinin ne olduğunu gör(e)meyen siyâsetçi, seçimi kazanmış olsa da, önünde ya da sonunda başarısızlığa mahkûm olacaktır!

Bu dört ana eylem seçmen tarafından şuurla ve azâmî titizlikle gerçekleştirilmezse eğer, Demokrasi Cümlesi bir türlü doğru dürüst kurulamayacak, en hafifinden ya düşük olacak, ya da en ağırından vahim bir mânâ sapmasına uğrayıp, korkunç yanlış anlaşılmalara ve yorumlara yol açacaktır!

Seçimlerin, dolayısıyla da demokrasinin en önemli ve de öncelikli hedefi, bir toplumda yolunda gitmeyen, o toplumu meydana getiren fertleri mutsuz, rahatsız, huzursuz eden birşeyler varsa, onları değiştirmeye ve düzeltmeye aday olanlara bunu yapabilme fırsat ve imkânını vermektir.

İyi, güzel!

Ancak Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, mubârek Kur’ân’da -tâbir câisze-, “Toplumsal Değişimin Temel İlkesi ve Dinamiği”nin aslında ne olduğunu şu hükümle bildirmektedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm… (…) Şu kesin bir gerçek ki, Allah bir kavmin - yani, toplumun ve/ya da  topluluğun durumunu (o toplumu meydana getiren bireyler) nefslerindekini - yani, iç ya da mânevî dünyalarında taşıdıklarını değiştirmeden değiştirmez! (…) (13 Ra’d 11)
Oy vermeden önce, oy vermeye giderken ama en önemlisi oy verdikten sonra bu İlâhî İlke’yi gözönüne alıp, iyice özümseyip, hükmüne uyma kesin kararlılığı içinde olmazsak, yaptığımız seçimin beklediğimiz hiçbir sonucu getir(e)meyeceğini iyi bilelim!

Demokrasi Cümlesi’ni kurarken de, noktalarken de aslolan budur!

YÜKSEK UÇUŞ DERİN DALIŞ 1



“VİRA BİSMİLLÂH!”


Bundan böyle, İNŞAALLAH, bu sütunda siz azîz ve de muhterem okurlarımla buluşacağım.
Yazılarımda düşüncelerimi, tecrübelerimi, ilginç bulduğum ve sizin de mutlaka ilginizi çekeceğini – ya da en azından çekmesi gerektiğini düşündüğüm gözlemlerimi, bazı tesbitlerimi, zihnimi kurcalayan, kimi beni uykusuz bırakan bazı suâlleri, dilim döndüğünce aklım erdiğince paylaşmaya gayret edeceğim.
Bütün bunları yaparken de mubârek Kur’ân’ın bak dediği yerden ve yere ve yine mubârek Kur’ân’ın aydınlığında bakmaya çalışacağım.
Hayrlara vesîle olur inşaallah!
Şerefli ecdâdımızın şerefli donanması uzak diyarlara nice fetihler gerçekleştirmek üzere yola çıkarken “Vira Bismillâh!” komutuyla demir alırmış bağlı bulunduğu limandan. Bugün de laik devletimizin laik Deniz Kuvvetlerinin hiç tereddüd etmeksizin ve de aksatmaksızın sürdürdüğü şerefli geleneklerimizden biridir bu komut: “Vira Bismillâh!”. Demir alırken limandan “Vira Bismillâh!”, demir atarken de “Funda Bismillâh!” – ELHAMDULİLLÂH!
Fakîr de böyle yola çıkmak istedi ilk yazısıyla…
Bakalım hangi gönülleri ve de hangi düşünceleri fethetmek nasîb olacak bu fakîre…
Fetih” kavramı çok önemli kavramdır ve de genellikle yanlış anlaşılır, yanlış kullanılır.
Âlemlerin Rabbi Allah’ın, celle şânuhu, dîni İslâm’da “feth”in Bâtıl Batı’nın “emperyalizm”iyle, ol mubârek Mü’min Müslüman “fâtih”lerin de – hâşâ!- “emperyalist işgalci”lerle yakın-uzak hiçbir alâkası yoktur, olması da mümkün değildir!
Feth”, malûm, “açmak” demektir…
Mü’min Müslüman “fâtih”ler maddî-mânevî alanlarda fütursuzca at koşturan firavnî zulüm altında ezilen, ufukları karartılmış, imkânları daraltılmış, geçmişleri ve de gelecekleri gasbedilmiş toplumların önünü açmak, onları kelimenin en kapsamlı mânâsıyla ve bütün yönleriyle özgürleştirmek maksadıyla çıkmışlardır ve de çıkarlar bu yola. Zira ancak tam mânâsıyla özgür olan insan Hak ile bâtıl arasında bir tercih yapabilme imkânına sahiptir! Kalbler ve zihinler önce özgür kılınmalıdır ki irâdelerini önce şekillendirebilsinler sonra da ortaya koyabilsinler!
Bu özgürlük hayatın her alanında gerçekleşmelidir – yalnızca mânevî alanda değil! Mü’min Müslüman “fâtih”ler “feth” ettikleri ülkelerde yaşayan insanların makûl bir “refah standardı”na kavuşabilmeleri için ellerinden gelen herşeyi yapmışlar, hatta gerekirse maddî destek – frenkçesi “sübvansiyon”- sağlamışlardır. Zira Rasûlullâh efendimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, buyurmuştur ki: “Aşırı yoksulluk küfre yol açar!”
Her Mü’min Müslüman “küfr”e yol açmaktan, dahası vesîle olmaktan korkar, hem de çok korkar!
İşte bu yüzden Âlemlerin Rabbi Allah’ın, celle şânuhu, dîni İslâm’ın “fetih”leri daima başarılı ve hatta özlenir olmuştur…
Fakîrin ekonomik mânâda destek sağlayacak gücü yok ne yazık ki!
Ama âhir zaman firavunlarının, sihirbazlarını alabildiğine seferber etmek sûretiyle dört koldan saldırıp kuşatarak önce bulandırmaya, sonra da fakirleştirmeye ve giderek de kısırlaştırmaya çalıştıkları nice kalbi ve zihni mubârek Kur’ân’ın aydınlığını paylaşarak özgürleştirip zenginleştirmeye bir nebze gücü yeter belki!
Duâ buyrun inşaallah ki bu doğrultudaki sâlih niyetimiz bu sütunda sâlih amellere dönüşebilsin!

Müteyakkız - yani, uyanık olun ve hep müteyakkız kalın İNŞAALLAH!

İzleyiciler