31 Ocak 2015 Cumartesi

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...


T.C. VATANDAŞI MÛSEVÎLERİ 
İSRAİL DEVLETİNE KARŞI AÇIK VE SOMUT TEPKİ GÖSTERME 
DAVETİNDE BULUNAN MÜ’MİN/MÜ’MİNE MÜSLÜMANLARI ANTİSEMİTİZM=YAHÛDÎ DÜŞMANLIĞI YAPMAKLA SUÇLAMA FURYASI BÂBINDA...

İsrail devletinin Gazze’de giriştiği “Müslüman Soykırımı Harekâtı”na karşı, özellikle ve öncelikle Mü’min/Mü’mine Müslümanlar tarafından gösterilen haklı tepkileri “ANTİ SEMİTİZM=YAHÛDÎ DÜŞMANLIĞI YAPMAK”la yaftalama, dahası suçlama furyası başladı bazı köşe yazarları arasında!
Hatırlatıyoruz onlara:
Mü’min/Mü’mine Müslümanların hayat rehberi mubârek Kur’ân’dır.
Mü’min/Mü’mine Müslümanlar, mubârek Kur’ân’ın son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ efendimize (s.a.v.) Âlemlerin Rabbi Yüce Allah, azze ve celle, tarafından vahiy yoluyla bildirildiği günden beri günümüze ve kıyâmete kadar bozulmadan kalan/kalacak ve de kendini Mü’min/Mü’mine Müslüman olarak tanımlayan herkes için tartışmasız/şekksiz-şübhesiz geçerli olan kurallar, ölçüler, emirler, yasaklar, ilkeler ve hükümler ihtivâ ettiğine îmân ederler.
Mubârek Kur’ân, Mü’min/Mü’mine Müslümanların bilumum gayr-i müslîmler ve bu bağlamda elbette ki Yahûdîlerle de olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini açık ve kesin ifâdelerle belirler.
Her Mü’min/Mü’mine Müslüman bilumum gayr-i müslîmler ve bu bağlamda elbette ki Yahûdîlerle de olan ilişkilerini mubârek Kur’ân’ın bu konudaki emir, hüküm, ölçü, kural ve ikazları doğrultusunda düzenler/düzenlemek zorundadır.
Mubârek Kur’ân’ın Mü’min/Mü’mine Müslümanların bilumum gayr-i müslîmler ve bu bağlamda Yahûdîlerle olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini açık ve kesin ifâdelerle belirleyen emir, hüküm, ölçü, kural ve ikazlarını dikkate almayan, bir başka deyişle onları önemsemeyen, dahası, onlara muhalefet eden her Müslüman küfre girmiş olur - derhal tevbe edip kendini düzeltmesi gerekir. Aksi hâlde, yani küfrünü inatla ve ısrarla sürdürürse, dinden çıkar.
İsrail devletinin Gazze’de Müslümanlara karşı giriştiği “Sistematik Soykırım” hareketi karşısında insanî, vicdânî ve akl-ı selîmin hâkim olduğu açık ve kesin bir tavır sergilemek, bu tavrın en somut göstergesi olarak da aralarında para toplayıp Gazze’li Müslüman mazlûmlara hayâtî âcil yardım malzemeleriyle dolu bir TIR’ı “T.C. Vatandaşı Mûsevîlerden Gazze’li Mağdûr ve Mazlûmlara” pankartıyla donatarak göndermeleri için Mûsevî vatandaşlarımıza, mubârek Kur’ân’da emrolunduğumuz gibi “kavli leyyin” yani “yumuşak söz” ile yaptığımız
açık daveti “Antisemitizm=Yahûdî Düşmanlığı” ya da T.C. vatandaşları arasında “ayırımcılık” yapmak şeklinde ağır bir suçlamayla karalamaya kalkanlara sesleniyoruz:
1. Mubârek Kur’ân’da yer alan, sözgelimi,: Bismillâhirrahmânirrahîm... İman edenlere düşmanlıkta insanların en şiddetlisi olarak Yahûdîleri ve şirk koşanları bulursun (Mâide Sûresi 82. âyet-i kerîme) ve Bismillâhirrahmânirrahîm... Ey İman edenler! Yahûdî ve Hıristiyanları velî/yakın dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları velî kabul ederse o da onlardandır. Allah, zâlim topluma hidâyet vermez. (Mâide Sûresi 51. âyet-i kerîme) ikaz ve emirlerinden dolayı mubârek Kur’ân’ı, dolayısıyla orada konuşan O, celle celâluhu, olduğuna göre, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ı da, azze ve celle, “ayırımcılık”, dahası “Antisemitizm= Yahûdî Düşmanlığı” yapmak ve bütün Mü’min/Mü’mine Müslümanları buna teşvîk etmekle de -hâşâ!- suçlayacak/suçlayabilecek misiniz?
2. Laik bir devlet olduğu, yani vatandaşlarının dînî inanışları karşısında tam bir tarafsızlık sergilemeyi taahhüt ettiği hâlde, gerekli tüm donanıma sahip olsalar da, Mûsevî vatandaşlarının hiçbirinin devlet kademelerinde resmî görev almasına asla imkân/izin vermeyen, sözgelimi polis, emniyet müdürü, hâkim, savcı, cumhuriyet savcısı, yargıtay üyesi, danıştay üyesi, kaymakam, vali olmalarını engelleyen T.C. devletini de, açık bir şekilde “ayırımcılık”, dahası “Antisemitizm= Yahûdî Düşmanlığı” yapmakla suçlayacak/suçlayabilecek misiniz?
3. Laik bir devletin ordusu olduğu hâlde, gerekli tüm donanıma sahip olsalar da, Mûsevî vatandaşlarının hiçbirinin bünyesinde muvazzaf subay olarak görev almasına, sözgelimi generalliğe kadar yükselip kuvvet komutanı olmasına asla imkân/izin vermeyen Türk Silâhlı Kuvvetlerini de aynı şekilde, açıkça “ayırımcılık”, dahası “Antisemitizm= Yahûdî Düşmanlığı” yapmakla suçlayacak/suçlayabilecek misiniz?

“Sözünün eri”, “medenî cesaret”, “tutarlılık” ve “ciddîyet” sahibi olmak bunu gerektirmez mi?

Hodri meydân!

KAVLİ LEYYİN HAREKETİ olarak Mûsevî vatandaşlarımıza bulunduğumuz açık dâvete icâbet etmeleri hâlinde:
1. Gazze’nin Rafah sınır kapısına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Mûsevîlerin finanse ettikleri bir yardım malzemeleri TIR’ının ulaşmasının uluslararası seviyede ses getireceğini;
2. İsrail devletinin herkese ve herşeye rağmen ısrarla ve inatla sürdürmekte olduğu vahşete karşı verilen tepkilere yeni bir soluk, güçlü bir ivme kazandıracağını;
3. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Mûsevîleri İsrail devletinin zulmünü zımnen destekliyor olma töhmeti altında kalmaktan kurtaracağını;
4. Mü’min/Mü’mine Müslüman vatandaşlarımız ile Mûsevî vatandaşlarımız arasında pek zayıf olan “vatandaşlık bağları”nı güçlendirmeye hizmet edeceğini; 
5. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Mûsevîlere hem ülkemizde hem de dünyadaki bütün akl-ı selîm ve temiz vicdân sahipleri nezdinde sağlam bir itibâr kazandıracağını görmeyi tercîh etmeyişiniz nedendir acaba?

Sizi bu konular üzerinde büyük bir ciddîyet ve hakîkî bir samîmîyet içinde düşünmeye, sonra da açık tavrınızı belirlemeye “kavli leyyin” ile dâvet etmeyi borç biliyoruz!

Selâm ve duâ ile...

KAVLİ LEYYİN HAREKETİ






BİR "KAVL-İ LEYYÎN" ÖRNEĞİ

Mel'un İsrail devleti göstermelik ve de evlere şenlik bir kararla Gazze şeridinde yaşamakta olan Yahûdî "yerleşimci"lerin geri çekilmeleri operasyonun başlattığında, orada bulunan bir Alman gazeteci anlatıyor:
"İsrail devletini işgal ettiği topraklarda kurdukları evlerinden çıkmamak konusunda sonuna kadar direnen bir aileyle röportaj yapmaya hazırlanıyordum. Etrafa bakınırken ev eşyalarıyla tıklım tıkış doldurulmuş bir kamyonetin önünde durmuş, az önce, İsrail'li asker ve güvenlik görevlilerinin baskısıyla boşalttığı evi dalgın bakışlarla seyreden bir kadın gördüm. Duruşu ve bakışları dikkatimi çekti; yanına gittim ve neler hissettiğini, ne düşündüğünü sordum. Birden uyandırılmış gibi silkinerek bana döndü. Bir süe boş bakışlarla yüzüme baktıktan sonra anlatmaya başladı. Sanki benimle değil, kendi kendiyle yüksek sesle konuşuyormuş gibi bir hâli vardı.
'Buraya onsekiz sene evvel yerleştiğimiz ilk günlerde yaşadığım bir olayı hatırlıyorum... Gözümün önünden bir film şeridi gibi akıyor... Az önce cereyan etmiş kadar canlı hâfızamda!' dedi.
Sonra anlatmaya başladı:
'Biz doğu Avrupalı Yahûdîleriz. Bundan onsekiz sene evvel buraya yerleşmek üzere geldik. Bizi önce bir eğitim sürecine tâbi tuttular. Ne yapmamız, ne yapmamamız, nelere dikkat etmemiz gerektiğini uzun uzun açıklayıp tek tek öğrettiler. Öğrettikleri şeylerden biri de şuydu: Burada her türlü ayak işinizi Filistinli Müslümanlar görecek. Çoğunun eğitimi yetersiz olduğu için ancak hamallık, rençberlik, inşaat işçiliği gibi yollardan temin ediyorlar geçimlerini. Başka çareleri yok. Bu Filistinli Müslümanların hepsi de sizi ülkelerini işgal etmiş düşmanlar olarak görür ve size öyle davranır. Size karşı öfke ve düşmanlıklarını sergileme yollarından biri de onlara verdiğiniz işleri mümkün olduğu kadar yavaş ve kalitesiz yaparak sizi kendilerince ve güçleri yettiğince her yerde, her şekilde ve her fırsatta sabote etmektir. Sözgelimi bahçe çitinizi çakarken, paslı çivi kullanırlar; duvarınızı örerken malzemeden çalarlar, işçilik kalitesini mümkün olduğu kadar kötü tutarlar. Böylece size uzun vâdede zarar vermeyi, sıkıntı çektirmeyi hedeflerler. Bu yüzden hizmetinizde Filistinli bir Müslüman çalıştırdığınız zaman -ki bunu bir şekilde yapacaksınız- gözleriniz daima üzerlerinde olsun! Onlara gözlerinizin hep üzerlerinde olduğunu, onlara asla güvenmediğinizi daima söyleyin ve iyice hissettirin ki bu topraklar üzerinde sözü geçenin, yani 'efendi'nin kimler olduğunu anlasınlar, öğrensinler.
Şimdi boşalttığımız evin inşaatında Filistinli Müslüman bir usta vardı. Duvarları o örüyordu. Elli yaşını aşkın, sessiz ve sakin bir adamdı. Bize verdikleri eğitim doğrultusunda, inşaatta çalışan bütün Filistinli Müslüman işçi ve ustaları dikkatle takibe almıştım. Her fırsatta tepelerine dikliyor, çalışmalarını seyrediyor, gözlerimi üzerlerinden ayırmıyordum.
Filistinli Müslüman duvar ustası işini büyük bir özenle yapıyordu. Sabah namazından hemen sonra çalışmaya başlıyor, yalnızca namaz kılmak için işine ara veriyor, güneş batmadan hemen önce de evine gidiyordu. İşini bu kadar özenle yapıyor oluşu bende bir şüphe uyandırmıştı. Besbelli ki birşeyler gizliyor ya da çok ince bir sabotaj planlıyordu. Açık bir tepki göstermemi gerektiren hiç bir tavrı ve hareketi olmamasına rağmen, her ihtimâle karşı bir dişimi göstereyim istedim ona. Bir gün yine işine dalmış çalışırken dikildim tepesine ve 'Gözlerim hep üzerinde, bunu iyi bilesin!' dedim keskin ve kesin bir tavırda, 'Sakın ola ki malzemeden çalmaya, duvarı dayanıksız ya da eğri-büğrü örmeye kalkma!'.
Filistinli Müslüman usta usulca bana döndü ve bir süre hiçbir şey söylemeden gözlerimin içine baktı. Ben tam 'Şimdi bana okkalı bir sövgü savuracak!' diye düşünüyordum ki birden tatlı bir gülümseme aydınlattı Filistinli Müslüman ustanın yüzünü. Şaşırdım. Sonra sakin bir tavırda, yumuşak bir ses tonuyla ama kelimelerin üzerine basa basa şöyle dedi:
'Hiç merak etmeyin hanımefendi! İşimi, bütün ustalığımı, bilgimi ve tecrübemi sonuna kadar seferber ederek en güzel ve en doğru şekilde yapacağından hiç kuşkunuz olmasın; zira bu evde yarın benim çocuklarım oturacak! Ben bu evi sizin için değil, onlar için inşa ediyorum!'
O ânda sırtımdan aşağı buz gibi bir terin boşandığını hissettim. O kadar sakin, o kadar rahat ve öylesine kendinden emin ama alabildiğine nazik bir tavırda söylemişti ki bu sözleri, ne cevap vereceğimi, nasıl bir tavır sergilemem gerektiğini bilemedim. Hissettiğim yegâne şey kalbimi birden sıkıştıran, boğazımı âdetâ düğümleyen çok derin bir korkuydu. Hemen arkamı dönüp hızla uzaklaştım Filistinli Müslüman ustanın yanından.
O gece gözüne uyku girmedi. Bitkin düşüp uykuya dalınca da korkunç kâbuslarla boğuştum durdum.
Şimdi, aradan onsekiz sene geçtikten sonra bu evi boşaltırken gözümün önünde canlanan tek şey bu! O Filistinli Müslüman ustanın gözlerime kilitlenmiş sakin ama derin bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyorum ve yumuşak ama kararlı sesi hâlâ çınlıyor kulaklarımda:
'Hiç merak etmeyin hanımefendi! İşimi, bütün ustalığımı, bilgimi ve tecrübemi sonuna kadar seferber ederek en güzel ve en doğru şekilde yapacağından hiç kuşkunuz olmasın; zira bu evde yarın benim çocuklarım oturacak! Ben bu evi sizin için değil, onlar için inşa ediyorum!'
Sonra yine uzaklara daldı Yahûdî kadın yerleşimcinin gözleri" diye devam ediyor röportajı yapan Alman gazeteci, "Sanki benimle hiç konuşmamış gibi!"
Fazla söze gerek var mı?
Ya da yoruma?  

28 Ocak 2015 Çarşamba

AÇIK YOL MEÂLİ BÂBINDA

  • AÇIK YOL MEÂLİ, yalnızca ALLAH, celle şânuhu, rızası gözetilerek yapılmıştır.
    Dolayısıyla herkesin istifâdesine BİLÂ BEDEL AÇIKTIR.
    Şimdilik mubârek âyet-i kerîmelerin iniş sırasına göre VAHYİN 1. YILI, VAHYİN 2. YILI ve ilâ âhir şeklinde PDF formatında www.enginnoyan.com.tr adresinde yer almaktadır.
    Daha sonra E-KİTAP formatına da geçilecektir.
    Gayret bizden, tevfîk Âlemlerin Rabbi olan ALLAH'ımızdan, celle şânuhu...

    Meâlimiz merhûm üstâd Mehdî Bâzergân’ın verdiği nüzûl süreci/mubârek âyet-i kerîmelerin iniş sırası esas alınarak (Mehdî Bâzergân: KUR’ÂN’IN NÜZÛL SÜRECİ - Fecr Yayınevi/Ankara, 1998) düzenlenmiştir.
  • Meâlimiz ÜÇ KISIM’dan meydana gelmiştir:
BİRİNCİ KISIM:
  • Meâlimiz özellikle ve öncelikle bir “Kelime Meâliolarak hazırlanmıştır; yani: bir üst satırda “Arabca Orijinal Metni” verilmiş mubârek âyet-i kerîmenin her kelimesi sırayla karşılanmaya çalışılmıştır – cümle yapısının genellikle “devrik” olması da buradan kaynaklanmaktadır.
  • Devrik” cümle yapısının kullanılmış olmasının bir sebebi de mubârek Kur’ân’ın hitâb üslûbunu mümkün olduğunca korumaya ve Türkçemizde yansıtmaya çalışmamızdandır. Ancak Türkçemize bütün bütüne ters düşmesi, yani cümlenin anlaşılamaz olması hâlinde “devrik” cümle kullanımından vaz geçilmiştir.
  • Meâlimizde mubârek Kur’ân’dan geçen kelime ve/veya kavramlar, eğer hâl-i hazırda ve/veya çok yakın zamana kadar Türkçemizde kullanım hâlindeyse, oldukları gibi korunup kullanılmışlardır.

İKİNCİ KISIM:

  • Arabcanın özgün yapısından dolayı bazı kelimelerin kullanılmasına gerek kalmadan, zihinde uyandırdığı çağrışım yoluyla ifâde bulan anlamların Türkçemizde kolay ve doğru anlaşılabilmeleri açısından, Arabca metinde yer almayan bazı kelimeler ilâve etmek gerekmektedir. Satır sıralamasında, “Arabca Orijinal Metin” ve “Kur’ân Türkçesi” kullanmaya özen göstererek aktarmaya çalıştığımız “Kelime Meâli”nden sonra gelen ikinci bölümde bu kelimelerin açılımları -ama yalnızca gerek görüldüğü zaman- Arabca metinde yer almadıklarını belirtmek için, gri renkte italik olarak dizilmiş şekilde verilmiştir. Meâlimizi okurken bu bölümler okunmak, yani, dikkate alınmak durumundadır!
  • İki farklı anlam boyutu taşıyan kelimeler ve her iki farklı anlamın da aynı bağlamda geçerli olması sözkonusu olduğunda, her iki anlam karşılığı kesme (/) işâreti ile ayrılmak sûretiyle aktarılmıştır.
  • Aynı kelime ve/veya kavramların, cümlenin yapısı ve/veya gelişi gereği nisbeten farklı anlamlar taşımaları hâlinde ise bunu araya bir kesme işâreti (/) koyarak ve buna ilâveten, bâzı özel durumlarda da (bu bağlamda:) ifâdesini ilâve ederek, yansıtmaya çalıştık.

ÜÇÜNCÜ KISIM:
  • Bordo renkte dizilmiş olan bu kısım, bir “Açıklamalı/Tefsîrî Meâl”dir.
  • Bu “Açıklamalı/Tefsîrî Meâl” hazırlanırken öncelikle ve özellikle bu konunun en büyük otoritesi olan merhûm üstâd Râğıb el-Isfahânî’nin, kısaca “el-Mufredât” olarak bilinen Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Lugâtı’ndan istifâde edilmiştir.
  • Bâzı ifâde biçimleri ve bâzı kavramlar, hatta bâzı cümleler mubârek Kur’ân’da aynen, kimizaman harfi harfine tekrar edilmektedir. Bu, mubârek Kur’ân’ın mûcizevî anlatım tarzının/hitâb üslûbunun çarpıcı ve çok etkileyici/etkin yönlerinden biri ve en belirgin olanıdır! Meâlimizde bu özelliği yansıtmak konusunda titiz bir gayret gösterdik.
  • Nüzûl sürecinde birbirini tâkîb eden mubârek sûreler ilk âyetleri BÜYÜK HARF ile yazılmak sûretiyle belirtilmiştir.
  • Vahyin her yılı için ayrı bir ek olarak sunduğumuz “DÜZ OKUMA METNİ” ise, o yıl nâzil olan/inen mubârek sûre ve âyet-i kerîmelerin isim ve numaraları kaldırılarak ve aslî anlama titizlikle sâdık kalmak kaydıyla, açıklama/tefsîrî boyutu biraz daha zenginleştirilerek mümkün olduğunca -deyim yerindeyse- düz” bir metin hâline getirilmiş şeklidir. Mubârek âyet-i kerîmelerin tek tek sıralandığı ayrıntılı ya da, deyim yerindeyse, daha “teknik” okumaya başlamadan önce bu “DÜZ OKUMA METNİ”nin okunmasını harâretle tavsiye ederiz! 

20 Ocak 2015 Salı

"PARALEL YAPI"NIN İBRET-İ ÂLEM SERENCÂMI


KUŞBAKIŞI
Genellikle Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital, menfaatlerini "siyâsî lobiler" aracılığıyla korur. Bununla da kalmaz, kendine yeni menfaat alanları açar ve geliştirir. Çünki, kendilerine ilâh belleyip kulluğunu ettikleri zihniyet ve hayat tarzı olan "Kâr Maksimizasyonu" bunu gerektirir.
Tâğûti=Firav'nî Sistemin işleyiş ve varlığını sürdürüş yöntemlerinin en başında gelen "Kâr Maksimizasyonu", adı üstünde, "elde edilen kazancın mümkün olan en üst seviyeye tırmandırılması" ve bunun sürekli kılınması demektir. Yâni, bir yıl sonunda elde edilen kâr, bir yıl öncekinden daima daha yüksek olmak zorundadır! Kârın iki yıl ard arda sâbit kalması, ya da bir başka deyişle, dengeye oturması, Tâğûti=Firav'nî Sistemin özüne ve rûhuna aykırıdır. Dahası, affedilmesi ve/veya bâhânesi asla söz konusu olamayacak kadar ağır bir suç, sisteme yapılmış bir ihânettir.
"Kâr Maksimizasyonu"nun tırmanışını sağlayabilmek için bir tek yol vardır: mâliyeti düşürmek. Mâliyeti düşürmek için kaliteden ferâgât edilmesi sözkonusu olamayacağına göre, mümkün olan en düşük seviyede tutulması ve giderek daha da düşürülmesi için çaba gösterilmesi gereken tek şey ise, ister istemez "emek mâliyeti"dir. Bu yüzdendir ki, Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital üretim merkezlerini, dünyanın en yoksul ülkelerine kaydırmıştır. "İşçi Hakları" diye bir şeyin sözkonusu olmadığı, insanların yalnızca karınlarını doyurabilmek için her şeyi yapmaya hazır oldukları toplumlarda "emek mâliyeti" vicdan sâhibi her insanı dehşete düşürebilecek kadar azdır.
Ne var ki, "Kâr Maksimizasyonu" adındaki doymakbilmez ilâhı tatmin edebilmek için "emek mâliyeti"nin her sene daha da azaltılması gerekir!
Yoksul ülkelerin hemen hepsinde hâkim olan feodal yapı, bunun için biçilmiş kaftandır! Feodal ağalara yeterince menfaat sağlanırsa, onlar geleneksel otoritelerini dibine kadar kullanarak "emek mâliyeti"ni düşürecekler, hep beklenen en düşük seviyeyi tutturabilmek için, ellerinden geleni ardlarına koymayacaklardır. Feodal ağaların menfaat beklentileri ise, tarihsel pratiğin defaatle gösterdiği gibi, Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapitalin dişinin kovuğuna gitmeyecek kadar sığ ve zayıf, neredeyse çocuksu ve alabildiğine nefsânîdir. Bu yüzdendir ki, Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital elinin altında daima "yoksul" bir kitle, "yoksulluğun yaygın olduğu toplumlar/ülkeler" bulundurmaya özen gösterir; bunun için ne gerekiyorsa onu yapar.
Ne var ki, "emek mâliyeti"nin de bir alt sınırı vardır: "sıfır" olması imkânsızdır!
Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital için en hızlı ve uzun vâdeli, çok boyutlu-çok yönlü kazanç=kâr kaynağı ise "savaş"tır.
Yakılan her mermi, atılan her bomba, fırlatılan her füze "geri dönüştürülerek yeniden kullanılması imkânsız" ve "akıllara durgunluk verici bir hızla tüketilmesi kaçınılmaz" tüketim unsurlardır. Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapitalin elinde tuttuğu en önemli "üretim alanları"nın en başta geleni olan "silâh ve de mühimmat sanayii" için "savaş" bu bağlamda eşi-menendi bulunmaz bir gelir=kazanç=kâr kaynağıdır. Savaşta ölen ve/veya yaralanan askerler de bu gelir=kazanç=kâr kaynağının cabasıdır: cesetlerin yaralıların giysileri/üniformaları başta olmak üzere, üzerlerinde bulunan hiçbir şey "geri dönüştürülerek" yeniden kullanılamaz! Ayrıca, ilâç ve tıbbî malzeme sektörü, hiçbir zaman bulamayacağı bir gelir=kazanç=kâr patlaması yaşar! Bununla da bitmez: savaşta tahrip edilen bütün altyapı ve üstyapı sistemlerinin (iletişim, elektrik, su, kanalizasyon, konut, köprü, yol, hastane, okul, sanayi tesisi vs.) savaş sonrasında yeniden inşası kaçınılmazdır! Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapitalin elinde tuttuğu "her türlü müteahhitlik hizmetleri"ni gerçekleştiren şirketler böylece yıllar süren bir gelir=kazanç=kâr kaynağı elde etmiş olur. ABD'nin Irak operasyonu bu işleyişin yakın zamandaki en somut örneğidir.
Uzun sözün kısası: "savaş", Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital için her zaman çok verimlidir.

"BEN LOBİYE LOBİ DEMEM, LOBİ BENİM OLMADIKÇA!"
Her ülkenin siyâsetini yönlendiren Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altında olan Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital lobileri, maddî menfaatleri doğrultusunda hareket edilmediği zaman "savaş çıkartma" tehdîdini daima ellerinin altında hazır bir "Damokles Kılıcı",  deyim yerindeyse bir "joker" olarak hazır bulundururlar.
Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altındaki Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital lobilerinin "klasik" anlamda bulunmadığı iki ülkeden biri Türkiye'dir (diğeri Kuzey Kore). T.C. vatandaşı Yahûdiler, içlerinde "siyonist" olanları bile -ki, sayıları çok azdır!- yüzyıllar öncesine dayanan bir "vefâ borcu" yüzünden, diğer ülkelerin vatandaşları olan Yahûdilerin -ki, onların çoğunluğu "keskin siyonist"tir!- kökünde yatan intikamcı duyguların ateşleyip körüklediği büyük bir iştahla oluşturdukları lobi faaliyetlerinden uzak durur.
Ülkemizde "lobi" olarak tanımlanabilecek toplumsal yapılar/oluşumlar "dînî cemaatler"dir. Bu yüzdendir ki, iktidara gelmek isteyen ve de iktidar olan her siyâsî parti, hangi görüşte olurlarsa olsun, çok güçlü birer oy potansiyeli olan "dînî cemaatler"le iyi geçinmek zorundadır ve geçinir!
Her ülkede güçlü birer lobi sahibi olmak isteyen Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altındaki Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital, Türkiye'ye has bu durumu çok iyi bilir ve lobi faaliyetleri için kullanabileceği bir "dînî cemaat" arayışına girer.
Gayr-i Müslim "dînî cemaatler" hem sayıca pek az, hem etkili ve etkin olamayacak kadar zayıf ve çapsızdır. Bu yüzden ister istemez Musliman "dînî cemaatler"e yönelmek gerekecektir. Bu hadd safhada zordur. Ne var ki, uzun yıllara dayanan tecrübe, Muslimanların gönlünü kazanmanın, hattâ onlardan biriymiş gibi görünerek aralarına sızmanın hiç de zannedildiği kadar zor olmadığını defaatle göstermiştir. Hattâ bu konuda seçkin uzmanlar yetişmiş/yetiştirilmiştir.
Artık iş yalnızca maksada uygun yapıya sahip bir "cemaat" bulmaya kalmıştır. Çok geçmeden Anadolu'da komasal bir uykuya yatmış hâldeki sermâyenin gücünü keşfedip onu motive ederek harekete geçiren; nicedir dışlanmış, hor görülmüş, ezilmiş muslimanlara saygınlık dolu sıfatlar sunarak yepyeni bir kimlik kazandıran; onlara dinamik ve çok büyük, "asîl duygular"la dolu bir vizyon aşılayan; bütün bunların hayâtiyet kazanabilmesi için gerekli ve yeterli "karizma"ya sâhip olan bir "din görevlisi"nin etrafında oluşmaya başlayan ve hızla güç kazanarak yaygınlaşmaya çok elverişli bir potansiyel keşfettiler!
Bu muazzam potansiyelin en verimli şekilde "değerlendirilebilmesi" için mutlaka işlenmesi ve desteklenmesi şarttı!
Önce, bu "dînî cemaat"in kendince "karizmatik" liderini Batı dünyâsında, onun kafasındaki modele en uygun "kontrol yapılanması"nı kurarak, en büyük başarıları elde etmiş olan Cizvit Örgütü'nün denenmiş-sınanmış yöntemleriyle tanıştırdılar.
Sonra da Makyavelist dünya görüşünün ("hedefe götüren her yol mubahtır") "faziletleri"ni anlattılar.
Derken sıra geldi Cizvitlerin en büyük keşfi olan "dramatik/teatral anlatımların kitleler üzerindeki büyülü etkisi"ni öğretmeye! Cizvitlerin kitlelerin manipüle edilmesinde ve özellikle de işe yarayacak yeteneklerin keşfedilip amaca uygun bir şekilde "endoktrine" edilmesi konusunda keşfettikleri en verimli ve bu konuda muazzam başarılar elde ettikleri "saygın" (!) yöntemlerden biri de "okul" adı altında "eğitim kurumları"nın hızla kurulup yaygınlaştırılmasıydı! Önce ülke, sonra da dünya çapında!
"Karizmatik Lider" bunun üzerine hemen atladı. Ülke çapını büyük bir başarıyla ve şaşırtıcı bir hızla organize etti. Ama yurtdışına açılmak öyle kolay başarılacak bir iş değildi - hiçbir ülke, kendi sınırları ve egemenlik sahası içinde başka bir ülkenin "okul" açmasına izin vermezdi!
Ne var ki, herşey gibi bunun da bir kolayı, yolu-yordamı vardı: "lobi"ler!
Kimi yerde dolaylı, kimi yerde doğrudan baskı ve pazarlık devreye sokularak, ne kadar "karizmatik" olursa olsun, sıradan bir "din görevlisi"nin başarması asla mümkün olmayan bu iş de rayına oturtuldu. Üstelik bu "okullar"ın en olmadık, en umulmadık yerlerde bile kurulması "İlâhî Destek görmeye mazhâr olmak" şeklinde pazarlanmaya, dolayısıyla bu büyük manevraya "mânevî" bir boyut katmaya çok uygundu. Kitle zâten böyle hurâfelere inanmaya dünden hazırdı.
Cizvitlerin "musliman versiyonu" hayat bulmuştu!
Bir süre sonra da asıl Cizvitler tamamen kontrolü ele aldılar - "uluslararası prestij" de ister istemez arkasından geldi.
Zaten nicedir "Mağlûb Medeniyet" olma kompleksi içinde kıvranan masum muslimanlar, bu oluşuma olanca gayret ve de imkânlarıyla destek verdikçe verdiler. Bir tür "başarı ve mutluluk sarhoşluğu" içinde arka plânda işleyen hinoğluhin sistemi göremez, algılayamaz oldular.
Dünya egemenliğinin paylaşımı konusunda, asla yenişemeyeceklerini çok iyi bilen iki dev güç, Cizvit Kumpanyası Vatikan ve Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altındaki Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapital,  arasında kadîm bir anlaşma vardı: birbirlerinin menfaatlerine asla dokunmayacaklar, ortak menfaatleri gerektiğinde ise işbirliği yapacaklardı!
İslâm coğrafyasını kontrol altında tutup dibine kadar sömürmek Civzit Kumpanyası Vatikan'ın, dünyanın geri kalanını aynı şekilde avucunda tutmak ise Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altındaki Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapitalin faaliyet alanıydı.
Amma ve lâkin, Türkiye yatırıldığı komadan uyanıp, tarihî misyonunu üstlenerek pişmiş aşa su katınca, tehlike çanları çalmaya başladı!
"Lobi" faaliyetlerinin etkin bir şekilde devreye sokulması için zaman yoktu.
Ama her zaman yedekte tutulan bir "B Planı" vardır!
Bu "B Planı" mucibince devletin bütün kurumlarının içine sinsice, çaktırmadan sızdırılarak yerleştirilmiş olan kadrolar, sahip oldukları bütün imkânları alabildiğine kullanarak, "asıl devlet"i içten çökertecek ve yerine bütün unsurları ve kurumlarıyla alesta bekleyen "paralel devlet"i geçirecekti.
Ama Civzit Kumpanyası Vatikan ile Siyonist Yahûdîlerin kontrolü altındaki Uluslararası ya da Çokuluslu Finanskapitalin evlerinde başbaşa vererek yaptıkları hesap, belki de ilk defa çarşıya uymadı; çünki bu "çarşı"daki esnâf, terâzisinde Hakk ve Hakîkat'in dirhemlerini kullanmak konusunda alabildiğine azimli, alabildiğine ihlâslıydı!


15 Ocak 2015 Perşembe

"KAVLİ LEYYİN"DİR EYLEM STRATEJİMİZ!

Hacı Yengeniz dedi ki:
"Charlie Hebdo", İslâm'ın kutsallarını pervâsızca aşağılamaya, alay konusu etmeye başladığında, Avrupa'da vize sorunu olmayan muslimanlar sözleşip belli bir günde Paris'te, o yayınevinin önünde akın akın buluşup toplaşsalar, kadın-erkek, genç, yaşlı, çocuk, hepsi de tepeden tırnağa bembeyaz giyinmiş olarak, hiç bağırmadan-çağırmadan, dahası hiç ses çıkartmadan dursalardı, ellerinde LUTFEN KUTSALLARIMIZA SAYGISIZLIK ETMEYİN, KALBLERİMİZİ KIRMAYIN! yazan irili ufaklı pankartlarla ve Fransızca birer meâl ve siyer hediye etselerdi derginin bütün çalışanlarına - işte bu tam "kavli leyyîn" üzere bir tepki olurdu!



13 Ocak 2015 Salı

"YA?"

yıl 1333... 
mubârek ramazânın yirmidokuzuncu günü... 
(on ağustos 1915, mîlâdî)

elini göğüs cebine attı bakmak için saatine... 
tam "hay ALLAH! başucumda unutmuş olmalıyım yine!" diye geçiriyordu ki içinden... 
şrapnel hedefini buldu! apaçık kaldı gözleri şaşkınlıktan... 
kaydı toprak ayaklarının altından... 
ve daha ne olup bittiğini doğru dürüst anlayamadan 
teslîm oldu canı Emr-i Hakk’a 
o kendi teslîm olmadan.

YİNE BİR ALINTI...

Bu defa CELALEDDİN VATANDAŞ kardeşimin yazdığı o şâhâne siyerin (HZ.MUHAMMED'İN HAYATI VE İSLAM DÂVETİ - 2 Cilt - Pınar Yayınları - Istanbul, 2005) Medîne Dönemi'ni konu alan ikinci cildinden:





12 Ocak 2015 Pazartesi

ASIL MES'ELE!

DİYÂNET ulemâsının "Erkeklerin küpe takması câiz midir?" gibi zırvalıklarla uğraşmak yerine, şu hususları âcilen "ilmî" olarak irdeleyip, Musliman kamuoyuna açıklaması ve duyurması gerekir:
1. Rasûl-i Ekrem'in (ASVS) bir önceki yazımda sunduğum belgelerde belirtilmiş olan bir uygulaması var mıdır? Bir başka deyişle, bu kaynaklar "ilmî" açıdan doğru ve geçerli midir?
2. Eğer doğru ve geçerliyse, günümüzün objektif şartlarında nasıl değerlendirilmeli, nasıl anlaşılmalıdır?
3. İslâm'ın "barış dîni" olmasının "ihlâl edilebilir" sınırları var mıdır?
4. İslâm'ın kutsallarına karşı sergilenen "sözlü/yazılı/görsel" edebsizlikler, hakaretler vs karşısında lâkayd mı kalınacaktır, yoksa tepki gösterilecek midir?
5. Gösterilecek tepkinin bir sistematiği var mıdır?
6. İslâm'da "otorite"/hüküm verme makamı olabilmenin İslâm'a göre şartları nedir? Bir başka deyişle, herkes kendini "Halîfe" ilân edebilir mi? Bu tür bir "hilâfet"in geçerliliği İslâm'a göre nedir?
7. "Halîfe" kendi başına buyruk, yani Ümmet-i Muhammed'in destek verici onayı olmadan, hareket edebilir mi?

Bir de fikri hür vicdânı hür mü'min muslimanlar olarak kendimize sorup araştırmamız gereken bâzı sorular var:
1. Bâtıl Âlemde, Avrupa dışında insanların mânevî/kutsal değerlerinin bu kadar saldırgan bir şekilde hakarete uğradığı toplumlar (sözgelimi: Çin, Japonya, Arjantin, Avustralya, Güney Afrika...) var mıdır?
2. Yok ise, bu neden özellikle Avrupa'da gelişmiş bir tavırdır?
3. Hz. 'İsâ efendimiz (AS), Hz. Mûsâ efendimiz (AS) başta olmak üzere İslâm'ın diğer büyük peygamberlerinin ve Hz. Meryem vâlidemizin (AS) hedef alındıkları galîz hakaretler karşısında Muslimanlar neden suskun ve/veya tepkisiz kalmışlardır?

DOĞRU OTURUP DOĞRU KONUŞALIM

Bismillahirrahmânirrahîm
es-salâtu ve's-selâm 'alâ rasûlina ve nebiyyina Muhammed

"Esfele sâfilîn" taifesinden "Charlie Hebdo" adlı menfûr varakpâreye yapılan saldırıyı kınama furyasına kendimizi tepetaklak kaptırmadan evvel külâhımızı önümüze koyup şöyle bir düşünelim ve akabinde bilgilenelim...
Önce şu suali bir soralım kendimize:
Saldırıyı gerçekleştiren "terörist"ler "kafalarına göre" mi "takılmışlar"dır, yoksa eylemlerinin somut bir dayanağı var mıdır?
Bakın kaynaklar neler diyor:





Görülen o ki, Rasûl-i Ekrem (ASVS) böyle bir uygulaması vardır...
Şimdi de şu soruyu soralım:
Günümüzde, bu "katl" emrini Ümmet-i Muhammed adına verebilecek herhangi bir yetkili makam var mıdır? Varsa bu makamın adı nedir, nerede bulunmaktadır ve kim ve/veya kimler tarafından böylesine ağır sorumluluk içeren bir yetkiyle yetkilendirilmiştir?
İslâm âlemindeki otorite boşluğu nereden kaynaklanmaktadır?
İslâma göre böylesine sorumluluğu ağır kararları/hükümleri verebilecek bir "otorite makamı" olabilir mi, olmalı mıdır?
Külahlarımızı önümüze koyup düşünme zamanıdır!

8 Ocak 2015 Perşembe

MURAT TÜRKER'DEN ÇOK İSÂBETLİ TESBİTLER

MURAT TÜRKER (@murtur06) KARDEŞİMİZDEN ÇOK İSÂBETLİ TESBİTLERİN DERLENMİŞ HÂLİNİ ARZ EDİYORUM
Asıl meselemiz, müslümanların uluslararası siyaset ve metodlarına yön verecek bir siyaset fıkhımızın olmayışıdır. Bu kafa karışıklığı müslümanların davalarını ve birlik şuurlarını parçalıyor, manipülasyonları besliyor.
Fıkıh, terminolojik olarak amelî hükümlere taallûk etse de, müslüman, hayatına yön veren ana programı fıkhın yönlendiriciliğinde belirler.
Ümmet olarak darboğazdan geçtiğimiz bu siyasî konjonktürde, müslümanlara şumullü bir stratejik perspektif kazandıracak olan da fıkıhtır.
Klasik metinlerin temel gündemiyle sınırlandırılamayacak kadar canlı bir alandır fıkıh. Bugün de dini, temel sabiteleri bildiği kadar dünyayı, dünya siyasetini bilen ve yaşadığımız zihnî karışıklığı içeriden referanslarla izale eden bir fıkhî çabaya ihtiyaç var. 
Bir hadisenin hükmü zaman ve zeminle bağlantılıdır.
Hükmün sebebi, şartları, uygulama zemini gibi teknik boyutlar üzerinden bir olayın zamanüstü şumulü belirlenir.
Bir 'karikatür krizi'nde bile ortak ve etkili bir ses/tepki ortaya koyamamış olmamız, ne yapacağımızı bilmiyor oluşumuzla ilgili.
Böyle bir sorun karşısında ilmî/amelî tavır ne olmalı sorusunun cevabını ise güncel bir fıkhî ehliyete sahip âlimler vermeliydi.

TEPKİ VERMEDE "İLÂHÎ YÖNTEM"

Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ımız, celle şânuhu, mubârek TâHâ sûresinde, mubârek Kur’ân’da ALLAH’a, celle şânuhu, deyim yerindeyse “kafa tutma”nın evrensel simgesi olan Firavun “her türlü sınırı aşan bir azgınlık” sergilediğinde, ona büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ efendimizi (AS) kardeşi Hz. Hârûn (AS) ile birlikte gönderir. Görevleri ona karşı gereken tepkiyi vermektir


20 TâHâ 43 Gidin ikiniz Firavun'a! Şu kesin bir gerçek ki o tuğyân etti!

Gidin ikiniz Firavun'a! Şu kesin bir gerçek ki o tuğyân etti/her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergiledi!

Bu tepkinin nasıl verilmesi gerektiğini ise ALLAH’ımız, celle şânuhu, şöyle tarif eder:
 
20 TâHâ 44 Artık söyleyin ona yumuşak bir kavl/söz ki, tezekkür etsin ya da haşyet etsin!” 

Artık söyleyin ona yumuşak bir kavl/söz ki, tezekkür etsin/bu tavrınızı zihninde her an diri tutarak hatırlasın ve ondan dersler çıkartsın ya da haşyet etsin /yalnızca ALLAH karşısında duyulması gereken ve O’nun sınırsız kudretini ve azametini hakkıyla kavramış olmaktan kaynaklanan saygı ve hayranlık dolu o çok büyük korkuyu duyarak ona göre davransın!” 

Gerek Hz. Mûsâ (AS), gerekse kardeşi Hz. Hârûn (AS) “qawl-i leyyîn” kullanmaları emri karşısında, ALLAH’ımız, celle şânuhu, onlara bu tür bir tepki verişin sonuçlarını açıkladığı hâlde, şaşırırlar!

20 TâHâ 45 Dediler ki: “Rabbimiz! Şu kesin bir gerçek ki, korkuyoruz onun bize karşı, önümüze geçerek önümüzü kesen bir tavır/eylem sergilemesinden ya da tuğyân etmesinden!”

Dediler ki: “Rabbimiz! Şu kesin bir gerçek ki, korkuyoruz onun bize karşı, önümüze geçerek önümüzü kesen bir tavır/eylem sergilemesinden ya da tuğyân etmesinden/her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergilemesinden!”

ALLAH’ımzın, celle şânuhu, cevâbı ise, her zamanki gibi kesin ve apaçıktır:

20 TâHâ 46 Dedi ki ALLAH: “Asla korkmayın! Şu kesin bir gerçek ki Ben ikinizle birlikteyim işiterek ve görerek!”

“Charlie Hebdo” adlı varakpâreyi pervâsızca yayımlayanlar, bu varakpârenin küstah ve saldırgan tavrını onaylayıp sürdürmesine izin verenler ve onu doğrudan ve/veya dolaylı olarak destekleyenler,  “Çağdaş Firavunizm”in  temsilcileridir. Mü’min Muslimanlar, elbette ki bu fiîlî durum karşısında sessiz-suskun kalmayacaklardır, kalamazlar! Ne var ki, tepkilerini gösterirken “İlâhî Yöntem”i uygulamazlarsa, hiçbir sonuç elde etmeleri mümkin değildir!
“Charlie Hebdo” adlı varakpârenin pervâsız küstahlıkları karşısında söylenecek olan “qawl-i leyyin”in ne olması gerektiğine, elbette ki İslâm ulemâsı bir şûrâ neticesinde karar verecektir.
qawl, unutulmamalıdır ki, yalnızca “söze dökülüp dile getirilen düşünce ve inançlar” değil, aynı zamanda “hüküm içeren söz” anlamlarını taşır.
Eğer “Çağdaş Firavunizm”in azgınlıklarına karşı verdiğimiz/vereceğimiz tepkinin, onu “her an zihninde tutarak hatırlayacağı ve ondan dersler çıkartacağı” ama aynı zamanda da “yalnızca ALLAH karşısında duyulması gereken ve O’nun sınırsız kudretini ve azametini hakkıyla kavramış olmaktan kaynaklanan saygı ve hayranlık dolu o çok büyük korkuyu duyarak ona göre davranacağı” bir sonuca ulaşmasını gerçekten istiyorsak “qawl-i leyyîn”e başvurmak mecbûriyetindeyiz. Çünki ALLAH’ımız, celle şânuhu, ancak o zaman “işiterek ve görerek” yanımızda, bizimle birlikte olacaktır ve bizim de “Çağdaş Firavunizm”in  “bize karşı, önümüze geçerek önümüzü kesen bir eylem sergilemesinden ya da her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergilemesinden korkmamız” sözkonusu olmayacaktır!

Sözkonusu mubârek âyet-i kerîmelerin “düz metin” olarak aktarımını arz ediyorum:

İkiniz birlikte Firavun'a gidin! Şu kesin bir gerçek ki, o her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergiledi! Artık ona îmânınızın gereği olan hükmü içeren bir sözü yumuşak bir şekilde söyleyin ki, bu tavrınızı zihninde her an diri tutarak hatırlasın ve ondan dersler çıkartsın ya da yalnızca ALLAH karşısında duyulması gereken ve O’nun sınırsız kudretini ve azametini hakkıyla kavramış olmaktan kaynaklanan saygı ve hayranlık dolu o çok büyük korkuyu duyarak ona göre davransın!” 
Bunun üzerine Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn dediler ki: “Rabbimiz! Şu kesin bir gerçek ki, biz onun bize karşı, önümüze geçerek önümüzü kesen bir eylem sergilemesinden ya da her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergilemesinden korkuyoruz!”
ALLAH dedi ki: “Asla korkmayın! Şu kesin bir gerçek ki Ben işiterek ve görerek ikinizle birlikteyim!”


İzleyiciler