26 Haziran 2010 Cumartesi


Üstâd Mehmet Yaşar Kandemir (Prof.Dr), üstâd Halit Zavalsız (Yrd.Doç.Dr.) ve üstâd Ümit Şimşek'in müştereken hazırlamış oldukları:

ÂYET VE HADİSLERLE AÇIKLAMALI
KUR'ÂN-I KERÎM
MEÂLİ


Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları tarafından 2 cilt olarak yayımlandı.
Meraklı olanlara mutlaka edinmelerini harâretle tavsiye ederim!

BİR TAVSİYE: "TEMEL KAYNAK KİTAPLAR"

Bismillâhirrahmânirrahîm

MEDRESEM'den istifâde etmeye çalışan tüm kardeşlerime şu "Temel Kaynak Kitaplar"ı mutlaka edinmelerini hararetle tavsiye ederim:

Recep Aykan: Kelime ve Konularına Göre Alfabetik KUR'AN FİHRİSTİ (Pınar Yayınları)

Hüseyin K. Ece: İSLÂM'IN TEMEL KAVRAMLARI
(Beyân Yayınları)

Abdulkadir Süphandağı & Hüseyin K. Ece: KURAN'DA KİM KİMDİR
(Timaş Yayınları)

Daha ileri seviyede okumalar ve araştırmalar yapmak isteyenler için:

Prof.Dr. Ömer Özsoy & Prof.Dr. İlhami Güler: KONULARINA GÖRE KUR'AN - Sistematik Kur'an Fihristi (Fecr Yayınları)

Feridun Narin: KUR'ÂN'DA HÜKÜMLER DİZİNİ
(Alternatif Yayınları)

Râğıb el-İsfahânî: MÜFREDÂT - Kur'ân Kavramları Sözlüğü
(Pınar Yayınları)

Merhûm üstâd Muhammad Asad (Muhammed Esed) 87 yaşında neş'eli bir ânında...

"YÂ HAYY"!

SIRADIŞI BİR BESMELE...

ZARİF BİR BESMELE...

25 Haziran 2010 Cuma

İNCELİKLERDEN... DERİNLİKLERE... 0001

Bismillâhirrahmânirrahîm

Arabcanın incelikleri meâllerde ne yazık ki yeterince dikkate alınmamakta, bu konuda gerekli hassasiyet ve titizlik gösterilmemekte, dolayısıyla da Arabcanın inceliklerinden kaynaklanan mânâ derinlikleri ne yazık ki meâl okuyan Mü'min ve Mü'mine Müslümanlara yeterince yansıtılamamakta, aktarılamamaktadır.
Bundan böyle İNCELİKLERDEN... DERİNLİKLERE... başlığı altında bu konudaki heyecan verici ve zihin açıcı keşiflerimi sizinle paylaşmaya gayret edeceğim, inşaallâh. Hakk Te'âlâ, celle şânuhu, hayırlara vesîle kıla... Âmîn!

Her mubârek Cuma günü câmilerde hutbeden sonra mubârek Nahl Sûresinin 90. âyet-i kerîmesinin okunması âdet, hatta neredeyse kural hâline gelmiştir - Diyânet İşleri Başkanlığı'nın, deyim yerindeyse, "standart" meâlinden arz ediyorum:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.

Türkiye Diyânet Vakfı
'nın aynı âyet-i kerîmeyi meâllendirişi ise şöyle:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.

Cuma namazına katılan bütün Mü'minlerin kulaklarının âşinâ olduğu meâllendirmeler bunlardır.
Hutbe okuyan hocaefendiler tarafından pek rağbet edilmeyen meâllendirmelerden birkaç örnek daha arz etmek istiyorum sizlere.

Sözgelimi, üstâd Ali Bulaç'ın meâlinden:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.

Üstâd Suat Yıldırım'ın meâlinden:
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah başkalarına adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı: en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.

Üstâd Hasan Tahsin Feyizli'nin meâlinden:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve yakınlığı olana (özellikle akrabaya muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emreder; ahlâksızlığı/hayasızlığı, fenâlığı, zulmü/azgınlığı yasaklar. İyice anlayıp tutasınız diye size (böylece) öğüt verir.

Üstâd Ali Ünal'ın meâlinden:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Doğrusu Allah, adaleti, O'nu görüyormuşçasına, en azından O'nun her şeyi gördüğünün şuuruyla davranıp iyilikte bulunmayı ve ihtiyaçlarını gidermek üzere yakınlara vermeyi emreder. (Zina, fuhuş, eşcinsellik gibi) her türlü hayasızlığı, (Din'in, selim aklın, Din temelinde oluşmuş örfün ve Şeriat-ı fıtriyenin kabul etmediği) her türlü kötülüğü, taşkınlığı ve başkalarının haklarına tecavüzü yasaklar. Düşünüp taşınır ve gerekli dersi alırsınız diye size böyle hükmeder ve böyle yol gösterir.

Üstâd Recep İhsan Eliaçık'ın meâlinden:

Bismillâhirrahmânirrahîm
İyi dinleyin! Allah size adaleti, güzelliği ve yakınlardan başlayarak herkese yardım etmeyi emrediyor. Çirkinliği, başkasının hakkına tecavüzü ve zorbalığı yasaklıyor! Böyle öğüt veriyor ki üzerinde iyice düşünüp taşınasınız.

... ve ilâ âhir.

Burada bizi ilgilendiren âyet-i kerîmenin son cümlesinde yer alan ve genellikle "öğüt veriyor" diye meâllendirilmiş olan ifâde.
"Kur'ân Türkçesi"nde, elhamdulillâh, hâlâ yaşamaya devam eden ve "vaaz" imlâsıyla yazılan kelime, mubârek âyet-i kerîmenin Arabcasında yer alan ifâdeyle aynı kökten geliyor.


{NOT: Burada Arab alfabesini kullanma imkânına sahip olmadığım için Arabca kelime ve terimleri Latin Harfli Türk Alfabesi'ne uyarlamak zorundayım. Bu durum hiç hoşuma gitmiyor olsa da başka çârem yok ne yazık ki! Arab alfabesini Latin Harfli Türk Alfabesi'ne uyarlamak konusunda -en azından yalnızca burada kullanmak üzere- küçük bir çalışmam devam ediyor; tamamlandığında paylaşacağım inşaallah!}


Mubârek Kur'ân konusunda yapılmış en mühim ve en kapsamlı çalışmalardan biri olan merhûm üstâd Râğıb el-İsfahânî kısaca "Mufredât" olarak bilinen "Mufredâtu Elfâzi'l-Qur'ân" adlı dev mubârek Kur'ân lûğâtında "vaaz" kelimesinin kök mânâsını açıklarken merhûm üstâd el-Halîl'in "Kitâbu'l-'Ayn" adlı eserinde yaptığı tarifi vermektedir:

"Kalbin inceleceği bir hususta hayırlı bir şeyi hatırlatmak"

Şimdi mubârek Nahl sûresinin mubârek 90. âyet-i kerîmesinin son cümlesini bu muhteşem tarif doğrultusunda meâllendirerek bir kere daha okuyalım:

Bismillâhirrahmânirrahîm
(...) (Allah) size, (böylece) kalbinizin incelmesi gereken bir hususta hayırlı bir şeyi hatırlatarak öğüt veriyor ki, onu her an zihinlerinizde diri tutasınız!


Mânâ nasıl birden bambaşka bir boyut kazandı ve derinleşti!
Hayırlara vesîle ola!

20 Haziran 2010 Pazar

"ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ANTLAŞMALAR" BÂBINDA KUR'ÂNÎ BİR YAKLAŞIM...

Bismillâhirrahmânirrahîm


GİRİZGÂH

Mubârek Kur'ân'da yer alan bâzı ilâhî ikaz, emir ve hükümler Mü'min ve Mü'mine Müslümanların birçok "beşerî düzenleme"yi reddetmelerini gerektirir.
Ne var ki ilâhî ikaz, emir ve hükümleri -hâşâ!- yok saymayı, ya da en hafifinden "önemsememe"yi "çağdaş"lığın(!), hatta "ileri/ilerici olma"nın(!) "olmazsa olmaz"ı kabûl eden; dahası, keskin ve cezâî müeyyidelerle donatılmış bazı "yasa"larla "yasa ve düzenlemeleri" ilâhî ikaz, emir ve hükümlere dayandırmayı, "referans"ını onlardan almaya kalkmayı resmen yasaklayan bir çağda ve çağa hâkim olan bu bâtıl dünya görüşünü, "Global Mahalle Baskısı"na(!) alabildiğine tâviz vererek "resmen"(!) benimsemiş olan bir toplumda yaşıyoruz.
Dolayısıyla Mü'min ve Mü'mine Müslümanlar olarak işimiz bir hayli zor, hatta tehlikeli!

Mubârek Kur'ânda yer alan ilâhî ikaz, emir ve hükümleri -hâşâ!- yok saymak, ya da en hafifinden "önemsememek" - deyim yerindeyse- tipik bir "devekuşu sendromu"dur; yani, "apaçık bir tehlikeyi yoksaymak için kendi kandırma yöntemleri geliştirme ve uygulama hezeyânı ve çabası"dır.
Bu "kendini kandırma yöntemleri" ne kadar ustaca planlanmış ve girift olurlarsa olsunlar, netice itibâriyle elbette ki sözkonusu olan "apaçık tehlike"yi bertaraf edemezler.

Mü'min bir Müslüman neden mubârek Kur'ânda yer alan ilâhî ikaz, emir ve hükümleri -hâşâ!- yok saymak, ya da en hafifinden "önemsememek" gibi son derece tehlikeli bir tutum sergileme durumuna düşer?
Sormamız gereken suâl öncelikle budur!
Kanaat-i âcizâneme göre mubârek 'Alâq Sûresinin 6. ve 7. âyet-i kerîmeleri bu can alıcı suâlin -deyim yerindeyse- "ilk basamak" cevâbını vermektedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm

HAYIR! Siz öyle zannetmeseniz bile, bu kesinlikle böyledir! Şu kesin bir gerçek ki, insan kesinlikle tuğyân eder/her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergiler, görünce kendini Allah’ı gözardı ederek her konuda kendi-kendine yeterli!
(96 el- 'Alâq 6-7)

"İkinci basamak" ise, yine kanaat-i âcizâneme göre, besbelli ki mubârek Mâ'ide Sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde, Âlemlerin Rabbi Allah'ın, celle şânuhu, "Allah'ın sevdiği ve Allah'ı seven bir toplum"un niteliklerini tarif ederken kullandığı "(onlar) kınayıcıların kınamasından korkmazlar" ifâdesinde gizlidir: "kınayıcılar - yani, bu durumda 'Global Mahalle Baskısı'(!) tarafından kınanmaktan ölesiye korkma sendromu"!

Bu girizgâhtan sonra şimdi mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118 ilâ 120. âyet-i kerîmelerinde dile gelen ilâhî ikaza -dolayısıyla da emre- bir kulak verelim...

Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118. âyet-i kerîmesiyle başlayıp 120. âyet-i kerîmesiyle biten bölümde son derece çarpıcı ve bir o kadar da önemli bir ikazda bulunmaktadır Mü'min ve Mü'mine Müslümanlara. Önce açıklamalarla genişletilmiş bir metin olarak okuyalım bu ikazı:

Bismillâhirrahmânirrahîm

SİZ EY HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ! Kendi dışınızda olup Hakk Dîn’e îmân etmedikleri için Allah nezdinde değer bakımından düşük seviyede onlarla iş ve/veya özel hayatınızın öncelikle ve özellikle yalnızca sizi ilgilendirdikleri için mutlaka gizli kalmaları gereken taraflarını asla paylaşmayın, onlarla bu derece yakın ve/veya samîmî bir ilişki içinde asla olmayın! Çünki onlar aklınızı, düşüncelerinizi etkileyip bulandırarak sizi, zihninizin olduğu kadar bedeninizin de yozlaşmasına yol açan, ızdırâb verici, üzerinizde iz bırakıcı bir bozulmuşluk hâline düşürmek için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler! Size korku dolu çok büyük bir sıkıntı yaşatıp, sizi allak-bullak edecek herşeyi tutkuyla hoşlanarak arzularlar! Size karşı besledikleri o tiksinti dolu yoğun nefret ağızlarından taşıyor ve bu da artık gerçekten de gözle görülecek şekilde ortaya çıkıp belli oldu! Ve iç dünyâlarında gizledikleri çok daha kötüdür bütün bunlardan! İşte bu âyetleri sizin için apaçık açıkladık - eğer aklınızı kullanageldiyseniz!
Ha! İşte siz busunuz! Siz öyle kimselersiniz ki onları seversiniz... Ve andolsun ki, onlar asla sevmezler sizi! Ve siz vahiylerin, insanlar tarafından tahrîf edilmiş kısımları dışında, tamamına îmân edersiniz. Ve andolsun ki, onlar sizinle karşılaştıkları, yüzyüze geldikleri zaman derler ki: “Îmân ettik!”
Ve andolsun ki, kendi başlarına kaldıkları zaman size karşı olan şiddetli öfkelerinden dolayı parmaklarını ısırırlar!
De ki onlara: “Ölün o şiddetli öfkenizle! Şu kesin bir gerçek ki, Allah özüne nüfuz ederek, nitelik olarak derinliğine, nicelik olarak tüm ayrıntı ve cüzleriyle ve bunun için zaman, mekân ve âlete muhtâc olmaksızın bilir özünü insanın iç dünyâsında barındırdıklarının!"
Eğer size hakîkî anlamda mutluluk veren güzel bir iyilik dokunursa, bu üzer onları. Ve eğer bir kötülük isâbet ederse size ferah bulur, mutlu olurlar onunla. Ama eğer şartlar ne olursa olsun Hakk Dîn’e îmânın gereği olan tavrı gösterip, duruşunuzu bozmazsanız ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olup bu sorumluluk bilincinin gereklerini yerine getirirseniz, onların hileleri asla zarar veremez size! Şu kesin bir gerçek ki, Allah, onların kasıtlı olarak, bilerek-isteyerek yapıp-ettikleri herşeyi kuşatandır!

Ve işte aynı mubârek âyet-i kerîmelerin "Düz Meâl"i:

Bismillâhirrahmânirrahîm

3 Âlu İmrân 118 SİZ EY HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ! Asla sırdaş edinmeyin kendi dışınızda olup Hakk Dîn’e îmân etmedikleri için Allah nezdinde değer bakımından düşük seviyede olanlardan! Asla geri kalmaz onlar aklınızı, düşüncelerinizi etkileyip bulandırarak sizi, zihninizin olduğu kadar bedeninizin de yozlaşmasına yol açan, ızdırâb verici, üzerinizde iz bırakıcı bir bozulmuşluk hâline düşürmekten; tutkuyla hoşlanarak arzularlar, size korku dolu çok büyük bir sıkıntı yaşatıp, sizi allak-bullak edecek ne varsa onu! Gerçekten de gözle görülecek şekilde ortaya çıkıp belli oldu o tiksinti dolu yoğun nefret ağızlarından ve ne varsa gizledikleri göğüslerinde daha büyüktür! Gerçekten de Biz işte bu âyetleri sizin için apaçık açıkladık - eğer aklınızı kullanageldiyseniz!

3 Âlu İmrân 119 Ha! İşte siz busunuz/İşte, siz öyle kimselersiniz ki seversiniz onları... Ve asla sevmezler sizi. Ve siz îmân edersiniz o Kitâb’a bütünüyle. Ve karşılaştıkları/yüzyüze geldikleri zaman sizinle derler ki: “Îmân ettik!”
Ve kendi başlarına kaldıkları zaman ısırırlar parmaklarını size karşı şiddetli öfkelerinden!
De ki: “Ölün şiddetli öfkenizle! Şu kesin bir gerçek ki, Allah özüne nüfuz ederek, nitelik olarak derinliğine, nicelik olarak tüm ayrıntı ve cüzleriyle ve bunun için zaman, mekân ve âlete muhtâc olmaksızın bilir özünü o göğüslerin!”

3 Âlu İmrân 120 Eğer dokunursa size hakîkî anlamda mutluluk veren güzel bir iyilik, bu üzer onları. Ve eğer bir kötülük isâbet ederse size ferah bulur, mutlu olurlar onunla. Ve eğer sabrederseniz ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olup bu sorumluluk bilincinin gereklerini yerine getirirseniz, asla zarar veremez size onların hileleri! Şu kesin bir gerçek ki, Allah, ne varsa onların kasıtlı olarak, bilerek-isteyerek yapıp-ettikleri hepsini kuşatandır.


"HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ"nin "sırdaş" edinmeleri yasaklananların öncelikle ve özellikle kimler olduğunu kanaat-i âcizâneme göre sahip oldukları niteliklerle atıfta bulunmak sûretiyle en güzel açıklayan merhûm üstâd Muhammed Esed'dir:

"Âyetin siyâk ve sibâkı (yani, bağlamı - MEN) sizin dışınızda olanlar ("min dûnikum"ifâdesiyle yalnızca, sözleri ve davranışlarıyla İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını belli eden kişilerin kasdedildiğini göstermektedir (Taberî). (...) Onların hayat görüşü Müslümanlarınkine öylesine temelden karşıdır ki, aralarında gerçek bir dostluk sözkonusu olamaz".

Üstâd Bayraktar Bayraklı da benzeri bir açıklama getirmektedir - ama yalnızca "sevmek" bağlamında:

"119. âyette, Müslümanların kitap ehlinin inandığı Kitâb-ı Mukaddes'e ve bütün kitaplara (yani, meâlimde, âcizâne, özellikle belirttiğim gibi yalnızca onların "insanlar tarafından tahrîf edilmemiş kısımlarının tamamına ve bütünlüğüne" - MEN) îmân etseler bile, onların sevgisini kazanamayacaklarına işâret edilerek, aradaki problemin onların kitaplarına inanıp inanmamakla alâkalı olmadığı, tevhîd îmânıyla ve onlar gibi yaşamamakla alâkalı olduğu vurgulanmaktadır. Dünya görüşü ve hayat tarzı, îmânın önüne geçerek sevgiyi önlemektedir. Kâfirlerin ve/veya münâfıkların derdi, Müslümanların neye ve nasıl îmân ettikleri değil, nasıl yaşadıklarıdır. Onlar âdetâ şöyle diyorlardı: dünyaya bizim gibi bakar, bizim hayat tarzımızı benimserseniz, îmânınız farklı da olsa sizi sevebiliriz."

Burada dile getirilen "sevgi" konusunda da dikkatli olmamız lâzım! Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, Mü'min ve Mü'mine Müslümanların maddî ve mânevî hayatlarının her alanında belli "İlahî Kıstaslar" koymuştur. "Sevgi", yani Mü'min ve Mü'mine Müslümanlar olarak kimin/kimlerin - neyin/nelerin sevilip sevilemeyeceği bile "İlâhî Kıstas"a tâbidir. İşte bu "sevgi"nin -deyim yerindeyse- "toplumsal boyut"u mubârek el-Mucâdile Sûresinin 22. âyet-i kerîmesindeki hükümle apaçık bir şekilde bildirilmektedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm

Asla bulamazsın Allah'a ve Âhiret Günü'ne îmân eden bir kavim, Allah'a ve Rasûlüne karşı haddi aşanları/onlara karşı çıkmak suretiyle meydan okuyanları tabiî bir eğilimle sevsin - o haddlerini aşanlar, kendi babaları ya da oğulları ya da kardeşleri ya da aşîretleri bile olsa. 
İşte bunlar, Allah'ın kalblerine o îmânı yazdığı ve tarafından bir rûh ile destekledikleridir/güçlendirdikleridir! Ve sokar onları Cennetlere - altlarında nehirler çağıldar! Bulundukları hâl üzere sâbit kalarak varlıklarını sürdürürler onun içinde! Allah onlardan râzıdır ve onlar da O’ndan râzıdır. İşte bunlar hizbullâhtır - gözüpek bir kararlılık içinde Allah'tan yana taraf olanlardır! Dikkat edin! Şu kesin bir gerçek ki, hizbullâh - gözüpek bir kararlılık içinde Allah'tan yana taraf olanlar o felâha/bu dünyada hakîkî mutluluğu, âhirette de azâbın her türlüsünden kurtuluşu sağlayan o kazanca erişenlerdir!
(58 el-Mucâdile 22)

Mubârek Kur'ân'ı Âlemlerin Rabbi Allah'tan, celle şânuhu, gelen son ve katışıksız vahiy, Hz. Muhammed efendimizin de, sallallahu 'aleyhi ve sellem, Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, son rasûlü olduğunu kabûl etmemek, yani, hristiyanların ve yahûdîlerin -deyim yerindeyse- "standard" tavrı, düpedüz "Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkmak" değildir de nedir?
O hâlde Mü'min bir Müslüman olarak bir hristiyanı ve/veya yahûdîyi nasıl sevebilirim?
Bir insanı "sevmemek" elbette ki ona "kötü davranmak" mânâsına gelmez! Yalnızca onunla kendimiz arasına, öncelikle "duygusal" ya da "mânevî" açıdan bir mesâfe koyup, o mesâfeyi titizlikle korumak demektir! O kimseyi "sırdaş" edinmemek de bu mesâfeli tavrın gereği, kaçınılmaz netîcesidir.

Tevhîd Îmânı'na sahip bir insanın, yani, Mü'min bir Müslümanın hayat tarzını ve dünya görüşünü îmânı belirler. Bir başka deyişle, Mü'min bir Müslüman, îmânıyla çelişen bir hayat tarzına ve dünya görüşüne sahip olamaz - aksi takdirde Alemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, dîni İslâm'ın özü ve rûhu olan "tevhîd ilkesi"nin dışına çıkmış olur! Dolayısıyla Mü'min bir Müslümanın "dünya görüşü"ne ve "hayat tarzı"na karşı olmak, onun îmânına karşı olmakla eşdeğerdir, aynı mânâya gelir. "Îmanınıza saygı duyuyorum ama hayat tarzınızı, dünya görüşünüzü uygun görmüyorum, onlara karşı çıkıyorum!" demek "demokratik" ve "insan haklarına saygılı" bir tavır sergilemek değil, abesle iştigâl, yani İslâmî açıdan kabûl edilmesi mümkin olmayan bir tutumdur.

Dikkat edilirse, mubârek Kur'ân'da ferd ile ferdlerin meydânâ getirdikleri toplum, dolayısıyla da o toplumun yapısı ve düzeni arasında bir bağ kurulur.
Mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118. âyet-i kerîmesinde yer alan:
"Kendi dışınızda olup Hakk Dîn’e îmân etmedikleri için Allah nezdinde değer bakımından düşük seviyede onlarla iş ve/veya özel hayatınızın öncelikle ve özellikle yalnızca sizi ilgilendirdikleri için mutlaka gizli kalmaları gereken taraflarını asla paylaşmayın, onlarla bu derece yakın ve/veya samîmî bir ilişki içinde asla olmayın!" hükmü yalnızca ferdî hayat için değil, "HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ"nin meydâna getirdiği toplum, dolayısıyla da devlet için aynen geçerlidir.
Bir başka deyişe "devlet sırları" hiçbir şekilde "Hakk Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"larla paylaşılamaz; "Hakk  Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"lar hiçbir şekilde "devlet sırrı" niteliği taşıyan bilgilerle iştigâl eden "resmî makam"lara getirilemez!
"Demokrasi" ve "İnsan Hakları" açısından "kabûl edilemez bir ayırımcılık" ama Mü'min Müslümanlar için "asla vazgeçilemez, ihmâl edilemez, olmazsa olmaz" bir İlâhî Kural!

Gelelim bu âyetler dizisinin, kanaat-i âcizâneme göre, anahtar kavramı ve "sırdaş" diye meâllendirilmiş olan "bitâneten" ifâdesine... Bakın, Kur'ân lugatlarının şâhı olarak bilinen Mufredâtu Elfâzi'l-Qur'ân'da merhûm üstâd Râğıb el-İsfahânî bu kavramı nasıl açıyor/açıklıyor:
"Yani, işlerinizin içyüzünü bilecek kadar yakın dost. Bu kullanım, elbise içliği/astarı mânâsına gelen bitânetu'ş-şevbi kullanımından müsteârdır/ödünç alınmıştır. Bunun delîli de Arabların 'Falan kimseyi özel, yakın dostum olarak seçtim!' mânâsında kullandıkları lebistu fulânen, yani 'Filan kimseyi giyindim!' ifâdesidir..."

Başka söze gerek var mı?

Şimdi hep birlikte tarihin şâhitliğine müracaat edelim:
"HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ"nin meydâna getirdiği toplumların, dolayısıyla da devletlerin çöküş ve giderek tarih sahnesinden siliniş süreçleri ne zaman başlamıştır?
Sözgelimi, Endülüs İslâm Devleti'nin çöküşünün ne zaman başladığını tesbît edebilmek için, bundan önce arz ettiğim bölümü okumak yeterli olacaktır kanaatindeyim!

Ve soralım:
Şerefli ecdâdımızın devleti olan Devlet-i 'Aliyye, yani, Osmanlı Devleti'nin pâdişahlarının "sır"larını bilme konumunda olanlar arasında "Hakk  Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"lar var mıydı?
Varsa, neden?

Buyrun, işte bir delil de şerefli ecdâdımızın tarihinden:
Prof. Dr. Taner Timur "Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler" (İmge Kitabevi, Ankara 2006) "Yunan İhtilâli'nden sonra Istanbul'a yerleşmiş ve saray doktoru olarak Osmanlı Devleti'nin her türlü sırrına vâkıf olmuş bir İngiliz doktorun ve ailesinin (Dr. Julius M. Millingen) öyküsü"nü uzun uzun anlatıyor! Bu zât 1827'de Istanbul'a yerleşmiş ve burada 1878 yılında ölene kadar beş padişaha hizmet etmiş!
"Osmanlı Devleti'nde saray doktorları, başta sultanların sağlık durumları olmak üzere tüm saray sırlarına kolayca ulaşabiliyorlardı." (a.g.e., s. 54)
Aynı kitaptan/makaleden öğrendiğimize göre, Sultan II. Mahmûd'un, özellikle de Sultan Abdulazîz'in ölüm sebeblerini açıklayan ve çok tartışma konusu olan raporlar bu Dr. Millingen'in imzasını taşıyorlarmış! Daha birçok çarpıcı ayrıntı var bu makalede ama onları meraklıların kitabı bulup da okumaları için aktarmıyorum!

Mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118 ilâ 120. âyet-i kerîmelerinde dile gelen "İlâhî İkaz"ı kimler, neden ve nasıl gözardı etmiş/edebilmişlerdi?

Bugün "devlet sırrı" niteliği taşıyan bilgilere "Hakk  Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"ların "resmen dâhil" olmaları/edilmeleri sözkonusu mudur? Sözgelimi, askerî alanda yapılan birtakım antlaşmalarla?

"KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ!" atalar sözü gümbür gümbür devrede besbelli!


Merhûm üstâd İmam Kurtûbî'den bir alıntı:

Hz. Ömer'e (r.a.) "Burada Hire'li bir hristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik edecek, kalemle ondan daha güzel yazı yazacak kimse yoktur. O, senin yazı işlerini yürütsün mü?" denmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer efendimiz (r.a.) "Ben Mü'minleri bırakıp başkalarını sırdaş edinmem!"
O hâlde zimmet ehlini (yani, bir İslâm devletinin koruması altında olan bilumum ğayr-i müslîmleri - MEN) kâtipliğe getirmek câ'iz değildir. Bundan başka alış-verişteki tasarrufları da, onların vekâletleri de câ'iz değildir.

... ve ibret verici bir şikâyete yer veriyor merhûm üstâd tefsîrinde günümüzden yaklaşık 750 yıl önce:

Derim ki: bu günümüzde artık şartlar değişmiştir. Kitap ehlinden (yani, hristiyanlardan ve yahûdîlerden - MEN) kimseler artık kâtip yapılıyor, güvenilir kimse kabûl ediliyor ve bunlar böylelikle ahmak ve câhil yönetici ve emirler nezdinde üstün mevkîlere getirilmiş bulunuyorlar!

... ve tarih konuşuyor, şâhitlik ediyor:

Milâdî 912 - 961 yılları arasında Endülüs İslâm Devletinin "halîfe" sıfatlı emîri olan III. 'Abdurrahmân'ın vezîri ve sağ kolu - yani, kelimenin tam mânâsıyla ve en azından "devlet işleri"ndeki "sırdaş"ı "Ezra oğlu İshâk oğlu Hasday" adlı bir yahûdî idi!

"Halîfe, Hasday'ı, Arabca'yı beliğ ve fasîh olarak konuşup yazabilmesi ve bir halîfenin kamuyu ilgilendiren uygulamalarında ihtiyâç duyduğu İslâm ve Endülüs kültür ve siyâseti hususunda derin bir bilgiye sahip olması dolayısıyla, bir yüksek mevkîden daha yüksek bir mevkîe yükseltip durdu. Endülüs yahûdîlerinin prensi, bu terfîlerle halîfenin saygın ve güçlü dışişleri sekreteri oldu. Sözkonusu dönem ise sıradan bir dönem değildi: Kurtuba Emevî halîfeliği, İslâm'ın Evi içerisinde mutlak üstünlüğün kendisine ait olduğu şeklindeki kapsamlı ve makûl iddiâsını III. 'Abdurrahmân ve Hasday'ın yaşadıkları dönem içerisinde ileri sürdü. Gücün ve başarının zirvesinde olan bu İslâmî rejimin en saygın sîmâlarından birinin, dünyanın her yerine dağılmış diğer yahûdîleri bulmaya ve onlara yardımda bulunmaya kendini adamış olmakla ünlü dînibütün bir yahûdî olması bize akıl almaz görünse de, bu esneklik, bu dönemin ve bu yerin doğal özelliklerinden birini teşkîl ediyordu."

[KAYNAK: Maria Rosa Menocal: DÜNYANIN İNCİSİ Endülüs Modeli s.82 (Etkileşim Yayınları - Istanbul, 2006)]







19 Haziran 2010 Cumartesi

"YAHÛDÎLEŞMEK" BÂBINDA...

İBRET ALMAK İSTEYENLER İÇİN...

Bu çok hassas ve bir o kadar da önemli bir konudur!

Mubârek Kur'ân'ın, onu gereken samîmîyet ve ciddîyetle okuyan herkese öğrettiği ilkelerden biri de hiç kimsenin, bir insan hakkında, o insanın içine doğduğu/mensûbu olduğu kavimden/toplumdan, ait olduğu ırktan/soydan dolayı müsbet ya da menfî bir yargıda bulunma hakkına asla sahip olmadığı/olamayacağıdır!
Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, hiç kimseyi kendi özgür irâdesiyle tercih etme imkânına sahip olmadığı herhangi bir konuda sorumlu tutmaz!
Kişi ancak kendi özgür irâdesiyle, yani bilerek ve isteyerek, belli bir kararlılık ortaya koyarak yaptığı ve/veya yapmadığı tercihlerden sorumludur ve onların Âlemlerin Rabbi Allah'a, azze ve celle, onların hesâbını verecektir.
Mubârek Kur'ân'da îmân etmek, kufr içinde olmak gibi "yahûdîleşmek" de fiil olarak geçer. Dolayısıyla sözkonusu olan kavmî aidiyet mânâsında "Yahûdî"lik değil, belli bir "tavır" sergilemek ve giderek belli bir "zihniyet"e, hatta "hayat tarzı" ya da "yaşama ilkesi"ne sahip olmaktır.
Yani, mes'ele "Yahûdî" olmak ya da olmamak değil, "yahûdîleşmek"tir!
"Yahûdîleşmek" için ille de Benî İsrâil'den ve/veya onun "Yahûda" boyundan olmak gerekmez!

Mubârek Kur'ân'dan öğrendiğimize göre "yahûdîleşmek" "kibir"ile başlar! "Kibir" - yani, kişinin kendini herkesten üstün görme sapkınlığı! "Kibir"in -deyim yerindeyse- ilk ve de en sevgili evlâdı "istiğnâ"dır - yani, kişinin özellikle ve öncelikle Âlemlerin Rabbi Allah'ın, celle şânuhu, rehberliğini, bildirdiği ölçü ve kuralları gereksiz görerek "Ben kendi kendime yeterliyim!" iddiâsıdır!
Bundan sonraki aşama ise en korkunç ve de en tehlikeli olanıdır: "nefsini - yani, kendi kendini ilâhlaştırmak"! Bir başka deyişle, her konuda, her zaman ve her yerde yalnızca kendi koyduğu, yani, kendince "doğru" kabûl ettiği ölçü ve kurallara uymak; gerekirse ve çoğu zaman da başkalarını da bunları benimsemeye, bunlara tâbî olmaya zorlamak! Bunlara tâbî olmayı reddedenleri ise önce düşman ilân edip, sonra da bertaraf etmek, gerekirse öldürmek!

Bir zamanlar, Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, dîni olan İslâm'ı kendilerine bildiren ve öğreten İslâm peygamberlerine tâbî olarak, yani, Âlemlerin Rabbi Allah'a, celle şânuhu, teslîm/"muslîm" olmuş hakîkî bir İslâm Ümmeti iken, bu şerefi yalnızca kendilerine bahş ve tahsîs edilmiş çok özel bir lütuf, çok büyük bir ayrıcalık olduğu zehâbına kendilerini kaptırarak "kibir"lenen Benî İsrâil kavminin "yahûdîleşme"si de bu sürecin zorunlu ve kaçınılmaz neticesidir!

Hülâsâ:

Âlemlerin Rabbi Allah'ın, celle şânuhu, mubârek Kur'ân'da bildirdiği Hak ve Hakîkat'e îmân edip, o Hak ve Hakîkat'in
"Dosdoğru Yol"una tâbî ve teslîm olmanın "olmazsa olmaz"ı olan tam bir samîmîyet, ciddîyet, titizlik, hassâsiyet, şartlar ne olursa olsun asla tâviz vermeyen tam bir istikrâr içinde olma cihâdını "hayat ilkesi" edinmemiş herkes, günün birinde mutlaka "yahûdîleşecek"tir!


Bir tavsiye:

Bu konuda ayrıntılı, etraflı ve kapsamlı bilgilenmek isteyenler azîz kardeşim üstâd Mustafa İslâmoğlu'nun "YAHÛDÎLEŞME TEMÂYÜLÜ" adlı kitabını okuyabilirler.
(Düşün Yayınları - Istanbul, 2006)

MUBÂREK KUR'ÂN'DA YAHÛDÎLER

Mubârek Kur'ân'da Yahûdîlerle konusunda verilen bilgileri şöyle sınıflandırmak mümkindir:
  1. Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, tarafından Yahûdîlere bahşedilen nîmetler;
  2. Yahûdîlerin uymakla yükümlü oldukları dînî hükümler;
  3. Yahûdîlerin İslâm peygamberleri tarafından kendilerine bildirilen hükümleri değiştirmeleri ve böylece doğru yolda sapmaları;
  4. Âlemlerin Rabbi Allah'la, azze ve celle, olan ahidlerini bozmaları, verdikleri sözden dönmeleri ve bunu alışkanlık hâline getirmeleri;
  5. Yahûdîlerin yaptıkları kötü işler yüzünden zillete düşmeleri;
  6. Yahûdîlerin yeryüzünde fesâd çıkarma - yani, yozlaşmanın her türlüsüne yol açma yolunda çaba sarfetmeleri;
  7. İslâm peygamberlerine ve sâlihlerden olan bâzı kimselere iftirâ atmaları ve onları öldürmeleri;
  8. Basit menfaatler uğruna Hak ve Hakîkat'ten yüz çevirmeleri;
  9. Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, Yahûdîlere tavsiyeleri - yani, emirleri.
(devam edecek inşaallah...)

"NEDEN BİR ARAYA GELMEZLER HÂLÂ?"

MEDRESEM siyâsî ve toplumsal gündeme bigâne kalmaz/kalamaz!
Mubârek Enfâl Sûresi'nin 73. âyet-i kerîmesini de bu bağlamda gündeminize arz etmiştim.
Özellikle en son paragrafta sorduğum suâlin kaçınılmazlığı bugün bir daha gündeme geldi: bu sabah Şemdinli'deki terörist saldırısı, haftalardır daha da bir kanamakta olan o korkunç yaramıza tuz-biber ekti!
Akl-ı selîm sahibi herkes, gazeteciler, siyâsî yorumcular, vatandaşlar gönül ve ağız birliği etmişçesine soruyor:

"NEDEN MEMLEKETİMİZİN SİYÂSÎ ÖNDERLERİ KENDİ ARALARINDAKİ ÇEKİŞMELERİ BİR ÂN İÇİN RAFA KALDIRIP, BU SORUNA HEP BİRLİKTE KAPSAMLI VE KESİN BİR ÇÖZÜM BULMAK İÇİN BİRARAYA GELEMZLER HÂLÂ? VE NEDEN HÂLÂ AKAN KANI İÇ SİYÂSET VE İKTİDÂRI YIPRATIP KENDİLERİNE PUAN KAZANDIRMAK İÇİN İNSAFSIZCA KULLANIRLAR?
NEDEN MÜSLÜMAN CEMAATLERİNİN, TARİKÂTIN MUHTEREM ÖNDERLERİ BİRARAYA GELİP BU KONUDA ORTAK BİR GÖRÜŞLE SESLENMEZLER MEMLEKETİMİZİN MÜ'MİN VE MÜ'MİNE MÜSLÜMANLARINA?
ÜSTELİK BU BİRLİK RÛHUNA OLAN
İHTİYÂCIMIZIN HER ZAMANKİNDEN ÇOK DAHA FAZLA OLDUĞU ŞU GÜNLERDE?
NEDEN?"

Merhûm üstâd İmam Kurtûbî, bundan yaklaşık 750 sene öncesinden, muhteşem ama aynı zamanda dehşet verici bir tesbitle ışık tutuyor bize...
Merhûm üstâdın bu tesbîtinde kullandığı "günah" kavramının insanın kendine ve etrafına zarar veren her türlü çarpıklığı, bozukluğu, kötülüğü de içerdiğini hatırlamamız ve gözönünde bulundurmamız gerekir.

Şöyle buyuruyor merhûm üstâd İmam Kurtûbî:
Bütün günahların - yani, çarpıklıkların, bozuklukların ve kötülüklerin altında/arkasında üç belli başlı sebeb yatar:
  1. KİBİR - yani, kendini herkesten üstün görme sapkınlığı;
  2. HIRS - yani, bir türlü doymak bilmeyen, gözü dönmüş bir sahip olma/elde etme dürtüsü;
  3. HASED - yani, "Bende yok, o hâlde kimsede olmamalı!" zihniyeti
Kendi hayatınıza ve çevrenize bakın, nerede insana zarar veren bir çarpıklık, bozukluk, kötülük görüyorsanız, en küçüğünden en büyüğüne, en hafifinden en şiddetlisine, altında/arkasında merhûm üstâd İmam Kurtûbî'nin mubârek Kur'ân'dan hareket ederek yaptığı bu tesbitteki üç unsurdan en az ikisinin, ama genellikle de hepsinin yer alıdğını hemen ve apaçık göreceksiniz!

Bilmem, daha fazla söze ve açıklamaya gerek var mı?

15 Haziran 2010 Salı

MUBÂREK ENFÂL SÛRESİNİN 73. ÂYET-İ KERÎMESİ BÂBINDA !!!

Bismillâhirrahmânirrahîm

Ve Hak ve Hakîkati bildikleri hâlde onu, üzerini örtmek sûretiyle hem kendilerinden hem de başkalarından gizlemekte ısrâr eden, böylece Hak ve Hakîkatin ilkesel olarak inkârına yol açıp bunu bir hayat tarzı hâline getiren o kâfirler birbirlerinin evliyâsıdır {yani: onlar her zaman, her yerde ve her konuda birbirleriyle çok yakın bir dostluk, dayanışma ve işbirliği içindedirler}. Siz de (ey o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar) öyle yapmazsanız yeryüzünde bir fitne {yani: çok çetin, ateşten bir sınav (olan zulüm ve baskı)} ve büyük bir fesâd {yeni: yozlaşmanın her türlüsü} meydâna gelir!


AÇIKLAMA:
Mubârek Kur'ân'da çok sık geçen ellezîne keferû ifâdesinde, geçmiş zaman kipinin kullanılmış olmasından kaynaklanan "ısrarlı süreklilik" vurgusunu, o ifâdeyi "Hak ve Hakîkati bildikleri hâlde onu, üzerini örtmek sûretiyle hem kendilerinden hem de başkalarından gizlemekte ısrâr eden, böylece Hak ve Hakîkatin ilkesel olarak inkârına yol açıp bunu bir hayat tarzı hâline getiren o kâfirler" şeklinde açarak meâllendirmeyi uygun gördüm.
Mubârek Kur'ân işte bu tâifenin birbirlerinin evliyâsı - yani, her zaman, her yerde ve her konuda birbirleriyle çok yakın bir dostluk ve tam bir dayanışma ve işbirliği içinde olduklarını bildirmektedir.
Âyet-i kerîmenin bağlamı - yani, siyâk ve sibâkı gözönüne alındığında "siz" hitâbıyla "o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar"ın kasdedildiği apaçık ortaya çıkar.
Mubârek Kur'ân'da çok sık geçen ellezîne âmenû ifâdesinde, tıpkı ellezîne keferû ifâdesinde olduğu gibi, geçmiş zaman kipinin kullanılmış olmasından kaynaklanan "ısrarlı süreklilik" vurgusunun aynen geçerli olması gerekir. Aksi hâlde Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, neden mubârek Kur'ân'ın başka yerlerinde kullandığı mu'minûn ifâdesini belli yerlerde kullanmayı neden uygun görmediğini izah edemeyiz. Dolayısıyla rahatlıkla şu sonuca varmamız mümkindir: mu'min - yani, "îmân etmiş" olmak başka şey, ellezîne âmenûdan olmak başka bir şeydir! İşte bu yüzden ellezîne âmenû ifâdesini "o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar" şeklinde meâllendirmeyi uygun gördüm.
İşte bu "o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar"a Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, "Hak ve Hakîkati bildikleri hâlde onu, üzerini örtmek sûretiyle hem kendilerinden hem de başkalarından gizlemekte ısrâr eden, böylece Hak ve Hakîkatin ilkesel olarak inkârına yol açıp bunu bir hayat tarzı hâline getiren o kâfirler"in aralarında geliştirmiş ve de sürdürmekte oldukları o "birbirlerinin evliyâsı - yani, her zaman, her yerde ve her konuda birbirleriyle çok yakın bir dostluk ve tam bir dayanışma ve işbirliği içinde olma" şeklindeki ilişkiyi aynen taklîd edilmesi gereken olumlu bir örnek olarak göstermektedir!
Sonra da bu "o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar"ın birbirlerinin evliyâsı - yani, her zaman, her yerde ve her konuda birbirleriyle çok yakın bir dostluk ve tam bir dayanışma ve işbirliği içinde olmamaları hâlinde vukû bulacakları bildirmektedir:

Yeryüzünde fitne ve büyük bir fesâd!


fitne terimi, Arabcada "değerli bir mâdeni - ama öncelikle ve özellikle de altını ve gümüşü - saf, yani gerçekten de değerli bir hâle getirmek için, onu katışık kılan diğer unsurlar gaz ve/veya cürûfa dönşüp ondan ayrılabilsinler diye çok yüksek ısıda ateşe sokmak" mânâsına gelen el-fetnu ifâdesinden gelir. Bu arıtma işlemi bugün de geçerlidir ve kuyumcular tarafından uygulanmaktadır. Demir-çelik sanayiindeki "yüksek fırınlar" da aynı işe yararlar. fitne, insan veya toplum sözkonusu olduğunda "ateşle imtihan" mânâsını kazanmıştır. Bu "ateşle imtihan"da değersiz/kötü insanlar ve/veya onların meydâna getirdikleri insan toplulukları yanıp gaz ya da kül/cürûf hâline gelerek yok olacak, "ateşle imtihan"a dayanmayı başaran değerli/iyi insanlar ve/veya onların meydâna getirdikleri insan toplulukları ise arınıp gerçek ve yüksek bir değer kazanmış olarak bu imtihânı geçmiş olacaklardır!
Yine, insanlar ve/veya toplumlar sözkonusu olduğunda "ateşle imtihan"ın en tipik örneği "zulüm - yani, her yerde ve her konuda adâletsizlik ve baskı"dır; tarih buna şâhittir!

fesâd terimi "bir şeyin aslında olması gereken hâlin dışına çıkarak kötü, bozuk, uygunsuz hâle gelmesi" yani "yozlaşması" mânâsına gelir.

Âlemlerin Rabbi Allah, celle celâluhu, bir fitne ve büyük bir fesâdın meydâna geleceği ortamın yeryüzü olduğunu bildirmektedir.
Yeryüzü - yani, insanları/insan toplulukları/toplumları/kültürleri/medeniyetleri, hayvanları, bitkileri, taşı, toprağı, suyu, bütün tabiât varlıklarını, bir başka deyişle tanıdığımız-bildiğimiz herşeyi barındıran ortam!!! Ve elbette ki onu bütün bunları barındırabilmesini sağlayan hava/atmosfer!!!

Bugün, Hicretin 15. yüzyılında (ya da dilerseniz milâdî 21. yüzyılda) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesâdın hüküm sürmekte olduğuna en dehşet verici boyutlarıyla şâhit oluyoruz - dahası bu fitne ve büyük fesâdın korkunç sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyoruz!
İnsanlık çâresizlik içinde çırpınıyor!

Mubârek Enfâl Sûresinin 73. âyet-i kerîmesinde ise Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, bütün bunların tek sebebinin "o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar"ın bir türlü birbirlerinin evliyâsı - yani, her zaman, her yerde ve her konuda birbirleriyle çok yakın bir dostluk ve tam bir dayanışma ve işbirliği içinde olmamaları olduğunu bildiriyor!

Çağın firavunu olan mel'ûn İsrail devleti tuğyânının - yani, küstahça bir kibirden kaynaklanan azgınlığının zirvesinde büyük ve çok kanlı bir savaşı tetiklemek üzere mümkün olan herşeyi yapıyor!
Fitne - yani, ateşle imtihan olan zulüm ve baskıya ve büyük bir fesâd - yani, hayatın her alanında yozlaşmanın her türlüsüne yol açan en uygun ortam olan savaşın bulutları tepemizde kümelenmekte!
Buna "DUR!" diyebilmenin, mubârek Kur'ân'a göre bir tek yolu var:
"o îmân edip, îmânlarının gereğince yaşamayı ilke hâline getirmiş olanlar"ın birbirlerinin evliyâsı - yani, her zaman, her yerde ve her konuda birbirleriyle çok yakın bir dostluk ve tam bir dayanışma ve işbirliği içinde olmaları!!!

O hâlde iletişimin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanarak, hatta gerekirse sokaklara çıkarak, meydânlarda toplanarak en yüksek sesle şu soruyu sormanın zamanı artık çoktaaan gelmiş, neredeyse geçmek üzeredir:
"EY YÜZBİNLERCE, BELKİ DE MİLYONLARCA MÜ'MİN-MÜ'MİNE MÜSLÜMÂNIN SAMÎMÎYETLE GÖNÜL VEREREK BAĞLANDIĞI BÜTÜN O CEMAATLERİN VE TARÎKÂTIN ÖNDERLERİ, ŞEYHLERİ YA DA HER KİMLERİYSENİZ, NEREDESENİZ? NİÇİN HÂLÂ BİR ARAYA GELİP KUCAKLAŞMIYOR, BİRBİRİNİZİN EVLİYÂSI OLDUĞUNUZU İZZETLİ ÜMMET-İ MUHAMMEDİN MAZLÛMLARINA GÖSTERMİYORSUNUZ? SİZİ BUNDAN ALIKOYAN NE? BİRBİRİNİN EVLİYÂSI OLMAK SADECE CEMAATLERİNİZİN YA DA TARÎKÂTIN MESÛBLARI/MÜNTESÎBLERİ ARASINDA MI GEÇERLİ?

13 Haziran 2010 Pazar

"BESMELE" ve dolayısıyla "İSTİ'ÂZE" BÂBINDA... (devam)

Bismillâhirrahmânirrahîm

Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, mubârek Kur'ân'ı okumaya ve dolayısıyla da üzerinde düşünmeye başlarken isti'âzede bulunmayı, yani "e'ûzû billâhi mineşşeytânirracîm" demeyi neden farz kıldı?
Bu suâlin cevâbını mubârek Hacc Sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde bulabiliriz [BB]:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Ve senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki, o (rasûl ya da nebî kendisine vahyettiklerimizi insanlara bildirdiğinde onlardan olumlu tepkiler görmek gibi) bir temennîde bulunduğunda, o şeytân onun temennîsini (zihnî bir bocalamayla karşı karşıya) bırakmış olmasın. Ama Allah o şeytânın (o rasûl ya da nebîyi) (zihnî bir bocalamayla karşı karşıya) bırakma (çaba)sını ortadan kaldırır. Sonra Allah âyetlerini muhkem kılar. Ve Allah alîmdir, hakîmdir. (22 Hacc 52)

Remizler
[BB] üstâd Bayraktar Bayraklı


{devam edecek inşaallah...}

"BESMELE" ve dolayısıyla "İSTİ'ÂZE" BÂBINDA...

Bismillâhirrahmânirrahîm

Ulemânın çoğunluğuna göre, mubârek Tevbe Sûresi hâriç bütün sûrelerin başında yer alan besmele, mubârek Fâtihâ Sûresinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bundan dolayı 1. âyet-i kerîme olarak numaralandırılmıştır. Diğer mubârek sûrelerde ise besmele âyet olarak numaralandırılmaz. [MA]

Eğer mubârek Kur'ân'ı muhteşem "site" kabul edersek, mubârek Fâtihâ Sûresi bu muhteşem "site"nin ana kapısı, besmele de o ana kapının anahtarıdır.
Besmele, Âlemlerin Rabbi Allah'la, celle şânuhu ve Âlemlerin Rabbi Allah'lı, azze ve celle, yapmaktır.
Besmele, Âlemlerin Rabbi Allah'a, celle şânuhu, "Sahip olduğum herşeyi Senin bana bahşettiğinin farkındayım ve Senden bağımsız bir varlık alanı düşünmüyorum!" demektir.
Besmele, eylemle alâkalıdır. Zira besmele çeken biri, bir eyleme, girişiyor, bir işe başlıyor demektir. Dolayısıyla besmele, İslâm ahlâkının bir "eylem ahlâkı" olduğunu gösterir.
Şeytândan uzak olduğunu isti'âze ile - yani, "e'ûzûbillâhi mineşşeytânirracîm" ("Şiddetle {recmedilerek} kovulmuş şeytândan, yani, onun bana yapacağı ve sürükleyeceği her türlü kötülükten ve tehlikeden Âlemlerin Rabbi Allah'a, celle şânuhu, sığınırım!") diyerek ikrar - yani, kabûl ve tasdîk etmeyen, besmele ile Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, yardımını celbedemez. Kötülüğe buğz etmeden - yani, kin ve nefretini dile getirmeden, iyiliğe muhabbet edilmez. Bu yüzden mubârek Kur'ân'la bütünleşmek için onu okuyacak kişinin yapması gereken ilk hazırlık isti'âzedir. Bu Kur'ânî bir emirdir:

Bismillâhirrahmânirrahîm
Artık ne zaman Kur'ân'ı (anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmek üzere) okursan, hemen o (şiddetle - yani, recmedilerek) kovulmuş şeytândan Allah'a sığın! (16 Nahl 98)

Zira kalbleri evirip çeviren, fermân dinlemeyen gönüle fermân dinleten Âlemlerin Rabbi Allah'tır, celle şânuhu.
İsti'âze, akleden kalbe aldırılan mânevî abdesttir.
İsti'âze, aklî bir eylem değildir: "iç telkîne dayalı kalbî bir eylem"dir. Bilinçten çok bilinçaltını inşa eder. "Vahiy-Akıl Diyalogu"na yönelik iç saldırıları önlemek için alınacak her türlü önlem isti'âze kapsamına girer. Şeytân bu saldırıyı kendi gücüyle yapmaz, insanın, ona kendi irâdesinden aktardığı güçle yapar {Tıpkı AİKİDO'nun ana fikri ve yöntemi gibi! [MEN]} [Mİ]
Mubârek Kurân, Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, öngördüğü mânevî ve ahlâkî değerlerin nihâî kaynağı ve dolayısıyla "iyi"nin ve "kötü"nün ne olduğunu ortaya koyan değişmez bir ölçüdür. Ne var ki insan, yapısı gereği, her zaman vahiy yoluyla ortaya konan mânevî/ahlâkî ölçülerin gerçek değerini sorgulama ya da onlara şüpheyle yaklaşma eğilimindedir; bunun içindir ki mubârek Nahl Sûresinin 98. âyet-i kerîmesiyle Mü'min Müslümanlara, İlâhî Kelâm'ı okuyacakları yahut onun üzerinde düşünecekleri zaman, mubârek Kur'ân'ın "şiddetle (yani, recmedilerek) kovulmuş şeytân" olarak isimlendirdiği varlığı - bir mânâda da, insanın kendi rûhunda ve toplumsal çevresinde bulunan ve onu ahlâkî ilke ve endişelerinden koparıp Âlemlerin Rabbi Allah'ın, celle şânuhu, uzaklaştıran her türlü güç ve saikin - ayartmalarına, fısıltılarına karşı Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, mânevî desteğine başvurması öğütleniyor. [MA]

Remizler
[MA] merhûm üstâd Muhammed Esed
[Mİ] üstâd Mustafa İslâmoğlu

{devam edecek inşaallah...}

12 Haziran 2010 Cumartesi

"VİRA BİSMİLLÂH!": Mubârek Fâtihâ Sûresi

Bismillâhirrahmânirrahîm



(1) Bismillâhirrahmânirrahîm


[er-Rahmân - yani, Rahmetin Kaynağı, er-Rahîm - yani, Rahmet Dağıtan Allah'ın ismiyle]

(2) Hamd Âlemlerin Rabbi Allah'adır.

[Hamd - yani, her türlü övgü (ancak) âlemlerin - yani, ister maddî, ister mânevî bütün varlık kategorilerinin rabbi (olan) Allah'adır]

(3) er-Rahmân, er-Rahîm

[er-Rahmân - yani, Rahmetin Kaynağı, er-Rahîm - yani, Rahmet Dağıtan]

(4) Dîn Günü'nün mâliki

[Dîn Günü'nün mâliki - yani, Hesâb Verme Günü'nün (yegâne) sâhibi ve hükümdârı]

(5) Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.


(6) Dosdoğru Yol'a (ulaşıp ve bir daha da ondan sapmamamız için) rehberlik bahşet bize.

(7) O nîmet bahşettiklerinin yoluna; gazâba uğrayanların ve dalâlete düşmüşlerin (yoluna) değil!

[O nîmet - yani, vahiy ve peygamberî rehberlik bahşettiklerinin yoluna; gazâba - yani, (bahşettiğin nîmetlerin kıymetini bilmedikleri için Senden gelen haklı bir) öfkeye uğrayanların ve dalâlete - yani, sapkınlığa düşmüşlerin (yoluna) değil!]



NOT:

AÇIKLAMALAR bölümü daha sonra gelecek...

MEDRESEM'in Üstâdları

Bismillâhirrahmânirrahîm

MEDRESEM'de İslâm ulemâsı içinde en çok istifâde ettiğim, dolayısıyla da her birine ayrı ayrı medyûn-ı şükrân olduğum üstâdların kanaat-i âcizâneme göre önemli, aydınlatıcı ve mubârek Kur'ân'ı anlamada ufuk açıcı olan görüşlerine ve yorumlarına yer vereceğim.
Bu üstâdların hepisinin de kendilerine ait tefsîrleri vardır. Fakîrin bu üstâdların görüşleri ve yorumları konusunda, onlardan aktardığım kadarıyla yetinmeyip daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, onların tefsîrlerini okumalıdırlar.
Hakk Te'âlâ, celle şânuhu, mubârek Kur'ân'a hizmet yolunda cihâd etmiş ve etmekte olan İslâm ulemâsının tamamından râzı olsun!
MEDRESEM'in -tâbir câzise- "ilmî kadrosu"nu meydâna getiren üstâdları arz ediyorum:
  1. Merhûm üstâd İmam Kurtûbî - "el-Câmiu' li-Ahkâmi'l-Qur'ân" isimli tefsîriyle (Burûc Yayınları tarafından yayımlandı. 19 Cilt. Istanbul, 1997);
  2. Merhûm üstâd Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır - "Hak Dîni Kur'ân Dili" isimli tefsîriyle (9 Cilt - ben 1935, yani sâdeleştirilmemiş ilk basımını esâs alacağım);
  3. Merhûm üstâd İzzet Derveze - "et-Tefsîru'l-hadîs" isimli tefsîriyle (Ekin Yayınları tarafından yayımlandı. 7 Cilt. Istanbul, 1997);
  4. Üstâd Vehbe Zuhaylî - "Tefsîru'l Munîr" isimli tefsîriyle (Bilimevi tarafından yayımlandı. 15 Cilt. Istanbul, 2003);
  5. Üstâd Bayraktar Bayraklı - "Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur'an Tefsiri" isimli tefsîriyle (Bayraklı Yayınları tarafından yayımlandı. 21 Cilt. Istanbul, 2002);
  6. Üstâd Hakkı Yılmaz - "Tebyînu'l-Kur'an" isimli tefsîriyle (İşâret Yayınları tarafından hâlen yayımlanmaya devam etmektedir. Istanbul, 2008);
  7. Üstâd Receb İhsân Eliaçık - "Yaşayan Kur'an" isimli tefsîriyle (İnşa Yayınları tarafından yayımlandı. 3 Cilt. Istanbul, 2007);
  8. Üstâd Ali Ünal - "Allah Kelâmı Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli" isimli eseriyle (Define Yayınları tarafından yayımlandı. Istanbul, 2007);
  9. Üstâd Hasan Tahsin Feyizli - "Feyzu'l Furkan" isimli "Açıklamalı Meâl"iyle (Server İletişim tarafından yayımlandı. Istanbul, 2007 / 4. Basım);
  10. Üstâd Ümit Şimşek - "Açıklamalı Kur'ân-ı Kerîm Meâli" isimli eseriyle (Zafer Yayınları tarafından yayımlandı. Istanbul, 2005);
  11. Üstâd Mahmûd Kısa - "Kısa Tefsirli Kur'an-ı Kerim Meali" isimli eseriyle (Armağan Kitaplar tarafından yayımlandı. Konya, 2007);
  12. Üstâd Mustfa İslâmoğlu - "Hayat Kitabı Kur'an Gerekçeli Meal-Tefsir" isimli eseriyle (Düşün Yayıncılık tarafından yayımlandı. Istanbul, 2008)
  13. Merhûm üstâd Muhammed Esed - "Kur'an Mesajı" isimli "Meâl Tefsîr"iyle (İşâret Yayınları tarafından yayımlandı. Istanbul, 1997)
  14. Merhûm üstâd Abdullah Yûsuf 'Ali - "The Meaning of The Holy Qur'ân" isimli eseriyle (1934)
Ayrıca zaman zaman, gerek gördüğümde başka tefsîr eserlerinden de alıntılar yapacağım elbette; o zaman onların da isimlerini ayrıntılı bir şekilde bildireceğim.

"FÂTİHÂ METNİ"

Bismillâhirrahmânirrahîm

Rahmetin Yegâne Kaynağı olan ve rahmetini yaratmış olduğu bütün varlıklara, aralarında hiçbir ayırım gözetmeksizin dağıtan Allah'ın ismini derin bir şükranla anarak başlarım herşeye...

Her türlü övgü yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah içindir - ancak O'na hamdedilir. Çünkü O Rahmetin Yegâne Kaynağı ve Rahmetini Yaratmış Olduğu Bütün Varlıklara -aralarında hiçbir ayırım gözetmeksizin- Dağıtan'dır.
O aynı zamanda, herkesin hayattayken yaptığı ve yapmadığı herşeyin hesâbını vereceği ve mutlaka gelecek olan Hesâb Verme Günü'nün de yegâne sahibidir.
İşte söz veriyoruz sana Rabbimiz: yalnızca Sana kulluk ederiz - her zaman yalnızca Sana kulluk edeceğiz ve yalnızca Senden yardım dileriz - her zaman yalnızca Senden yardım dileyeceğiz!
Lûtfet ve önce bu dünyada Senin rızânı kazanmaya, sonra da bizim için hazırladığın Cennetlerindeki ebedî huzur ve mutluluğa götürecek olan o Dosdoğru Yol'u bulabilmemiz ve o Dosdoğru Yol'dan bir daha sapmamamız için ihtiyaç duyduğumuz rehberliğini bahşet bize...
O Dosdoğru Yol ki, bize rahmetinle ve rahmet olması için bahşettiğin bütün nîmetlerin farkında olanların ve o nîmetler için Senin râzı olacağın şekilde şükredip, Sana, yine Senin uygun gördüğün ve râzı olacağın şekilde kulluk etme gayretiyle yaşayanların yoludur. Rahmetinle ve bize rahmet olması için koyduğun bütün ölçülerin, bildirdiğin bütün kuralların dışına çıktıkları ve yine bize rahmet olması için verdiğin emirleri yerine getirmedikleri için öfkeni hakkeden ve bu böyle davranmakla sapkınlığa düşmüş olan kimselerin yoluna girmekten bizi rahmetinle koru!
Âmîn!

11 Haziran 2010 Cuma

Tezgâhtaki bir çalışmam: "KUR'ÂN METNİ" BÂBINDA...

Bismillâhirrahmânirrahîm

Mubârek Kur'ân'ı "anlamak üzere" tefsîrli bir meâl -ki mubârek Kur'ân'ı "anlamak üzere" okumanın tek yolu "tefsîrli bir meâl"le bu yola çıkmaktır. Bu husus çok ama çok önemlidir, özellikle ve öncelikle de yeni başlayanlar için!- okuma cihâdına yeni sıvananların karşılaştıkları/yaşadıkları en büyük sıkıntılardan biri, tefsîrli meâllerdeki -tâbir câizse- şeklî zorluktur. Şöyle ki: bütün meâller ister istemez Arabca mushaflardaki âyet-i kerîme numaralandırmasına uymaktadırlar. Bu da metni bir "bütünlük akışı" içinde kavramayı, özellikle ve öncelikle "acemiler" için bir hayli zorlaştırmaktadır.
Oysa mubârek Kur'ân'ın aslî metninde böyle bir âyet-i kerîme numaralandırması yoktu! Mü'min ve Mü'mine Müslümanlar Kitâbullah'ı, sûre başlarını belirten besmeleler hâriç, bütünlük akışı olan bir metin olarak okudular ve anladılar.
Mubârek âyet-i kerîmeleri ait oldukları her sûrede tek tek numaralandırmak -tâbir câizse- teknik bir kolaylık sağlama zarûretinden ortaya çıktı ve çok da iyi oldu.
Mubârek Kur'ân'ın bir meâli yüksek sesle okunduğunda, âyet-i kerîme numaralandırmaları metnin akışını bölmez - kaldı ki, bazen mubârek Kur'ân'la ünsiyeti pek fazla olmayanların bir meâli yüksek sesle okurken bile, âyet-i kerîme numaralandırmalarına "aldanarak" takıldıklarına, cümlelerin vurgularını yanlış yaptıklarına hepimiz defalarca şâhit olmuşuzdur. Ama kişi meâli tek başına okurken, göz bu numaralandırmalarla çok yorulur. Hele bir de "tefsîr dipnotları" varsa! Tecrübe fakîre göstermiştir ki, kitap okuma alışkanlıkları çok olan kişiler bile, mubârek âyet-i kerîmelerin doğru anlaşılmalarını sağlamak amacıyla çoğu kez kaçınılmaz olarak verilen tefsîr dipnotlarını okumaya, helen onların neredeyse tamamında yer alan ilintili âyet-i kerîmelere yapılan göndermelere gidip de bakmak konusunda akıllara durguluk verici bir tembellik sergilemektedirler! Nitekim YÖNTEM BÂBINDA başlığı altında sözünü ettiğim geleneksel "Satırarası Tefsîr" usûlünü kullanmayı tercîh edişim de bu tecrübeden ve endîşeden kaynaklanmaktadır.
Mubârek Kur'ân'ın aslî metnine sadakat konusunda azamî titizliği göstermek ve korumak kaydıyla, gerekli olduğunu hissettiğim ve tecrübeyle keşfettiğim yerlere tefsîrî anlatımı -tâbir câizse- "katarak" ve âyet-i kerîme numaralandırmasını tamamen iptâl etmek sûretiyle hazırladığım -yine tâbir câizse- "Kur'ân Metni"ni önce AÇIKYOLDAŞLARIMla, sonra da mubârek Kur'ân'ı doğru-dürüst okuma zahmetine hiç katlanmamış bâzı kimselerle paylaştığımda, beklediğimden de olumlu bir tepki aldım! "Ah!" dediler, "Bu şekilde çok daha rahat, kolay ve çok daha iyi anladık! Mubârek Kur'ân'ın tamamını bu hâle getirsen ya!"
İşte, tezgâhtaki çalışmamı bu ifâdeler tetikledi!
Elbette ki çok zor, çok uzun sürecek bir çalışma bu - ve elbette ki çok ama çok büyük bir titizlik gerektiriyor: kolay ve rahat anlaşılır, "bütünlük akışı"na sahip bir metin hazırlayayım derken, mubârek Kur'an'ın üslûbundan hiçbir şekilde tâviz verilmemesi gerekiyor!
Bu konuda pusuda bekleyen bir büyük tehlike de, insanların kendilerini hazırlamış olduğum "Kur'ân Metni"nin bir "bütünlük akışı" içinde sunduğu rahat ve kolay anlaşılırlığa kendilerini kaptırıp, mubârek Kur'ân'ın aslına gitmeyi, onu okumayı ihmâl etmeleri! Zira böyle bir çalışmanın hizmet edeceği ve etmek zorunda olduğu bir tek hedef olabilir: o da insanı mubârek Kur'ân'ın aslına, yani "meâl"ine bile değil, Arabca aslî, saf ve temiz hâline yönlendirmek ve hatta kucaklayıp taşımaktır! Bu hedefi gerçekleştiremeyen hiçbir çalışmanın mânâsı ve dolayısıyla da faydası yoktur, olamaz! Bu kanaat-i âcizâneme göre çok ama çok önemli hususu her zaman ve her yerde, altını kalın kalın çize çize vurgulayacağım elbette! Sizlerin de bu konuda desteğinizi ve yardımınızı beklerim!
MEDRESEM'de hazırlamakta olduğum "Kur'ân Metni"ni aşama aşama paylaşacağım sizlerle ve elbette ki eleştirilerinizi ve katkılarınızı bekleyeceğim.
Hâlis niyetli gayret fakîrden, takdîr ve tevfîk Âlemlerin Rabbi Allah'tan, celle şânuhu.

8 Haziran 2010 Salı

"KUR'ÂN TÜRKÇESİ" BÂBINDA...

Bismillâhirrahmânirrahîm

Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, dîni İslâm'la şereflenen bütün insanların, dolayısıyla da toplumların hayatlarının merkezinde mubârek Kur'ân vardır. Bütün Mü'min ve Mü'mine Müslümanlar Âlemlerin Rabbi Allah'ın, celle şânuhu, bildirdiği bütün ölçü, değer, emir, yasak ve kuralları en doğru şekilde anlayıp sonra zihinlerine nakşetmek ve hayatlarına geçirmek önce niyeti, sonra da cihâdı içinde mubârek Kur'ân'ı okurlar. Muntazaman ve azâmî titizlikle sürdürülen bu çabanın tabiî neticesinde Mü'min ve Mü'mine Müslümanların gündelik hayatlarında konuştukları lisan mubârek Kur'ân'ın kelimeleriyle kucaklaşmaya, bezenmeye ve zenginleşmeye başlar. Buna lisâniyyâtçılar "Lisânlararası Etkileşim" de derler.

Mubârek Kur'ân'ın lisânı olan Arabca da kelimeleri, kavramları, terimleri hatta deyimleriyle Türkçemize girmiş, yerleşmiş, Türkçemize renk ve zenginlik kazandırmış ama hepsinden önemlisi "İslâmî Şahsiyyet" katmıştır!

"Dil Devrimi"(!) adı verilen "lisânı kavmîleştirme operasyonu"nun kanaat-i âcizâneme göre verdiği en büyük ama en az dikkati çeken ve üzerinde en az durulan tahribâtı, insanımızla mubârek Kur'ân arasında kurulmuş olan lisânî bağı kopartmış olmasıdır. Belki de bu "operasyon"nun gizli ve de aslî "misyon"u da budur!

Akıllara durgunluk verici derecede bir Arab ve Arabca düşmanlığıyla artık Türkçeleşmiş olan bütün Arabca kelimeler dahi bir bir ayıklanıp atılmaya başlanmıştır lisânımızdan.

"Kelime" kelimesi atılmış, yerine o zavallı tınılı "sözcük" konmuştur; "Hayat" kelimesi atılmış, yerine o son derece çirkin ve yakışıksız "yaşam" kelimesi geçirilmiştir... ve ilâ âhir.

Hâlbuki, "kelime", "hayat", "insan", "beşer", "lisan"... ve ilâ âhir mubârek Kur'ân'a geçen kelimelerdir. Adına "Dil Devrimi"(!) denen "lisânı fakirleştirme ve sığlaştırma operasyonu"nun hışmına uğramadan evvel sıradan bir Türk, hiç Arabca bilmese de gündelik hayatında kullandığı bu Arabca menşeli kelimeler sâyesinde Kur'ân'ın aslî lisânıyla kolayca bir ünsiyet/yakınlık kurabiliyordu: mubârek Kur'ân'ı Arabca okunduğu zaman dinlerken bile birçok kelime ona tanıdık geliyor ve işittikleriyle dolaylı da olsa bir mânâ bağı, en azından çağrışımı kurabiliyordu! İşte bu önemli bağ ve yakınlık bugün artık tamamen kaybolmuş durumdadır ne yazık ki! Bu bağ ve yakınlığın bir zamanlar ne kadar canlı olduğunu görebilmek için merhûm üstâd Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocaefendimizin -mekânı Cennet olsun!- yapmış olduğu meâl ve tefsîrin sâdeleştirilmemiş hâline bir göz atmak yeter! Şu kesin bir gerçek ki, günümüzdeki Türk Müslümanların ancak sâdeleştirildiği zaman anlayabildikleri bu eseri yayımlandığı tarihte herkes anlayabiliyordu; zira, hiç kimse, hele merhûm Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocaefendimiz gibi mühim bir âlim mubârek Kur'anın meâl ve tefsîrini halkın anlayamayacağı bir lisânda yapmaz; zira böyle bir çalışmayı yapmanın maksadı Arabca bilmeyen Müslümanların mubârek Kur'ân'ı anlayabilmelerini sağlamaktır!

Evet, mubârek Kur'ân'ın kelime, kavram ve terimleri bir zamanlar Türkçemizde yaşıyordu; herkes onları biliyor, anlıyor ve hiç yadırgamıyordu! Nitekim merhûm üstâd Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocaefendimiz: "Besmele Türkçedir terceme edilmesi gerekmez!" buyurmakla bu çok önemli hususa çok vecîz bir ifâdeyle dikkat çekmiştir!


MEDRESEM'de arz edeceğim Kur'ân meâlinde bu konuda büyük hassâsiyet göstereceğim!

Sözgelimi: mubârek Kur'ân'da yer alan "nehir" kelimesi Türkçemizde yaşamaya devam ettiği hâlde, onun yerine "ırmak" kelimesini kullanmayacağım! Yine mubârek Kur'ân'da yer alan "misal" kelimesi Türkçemizde yaşamaya devam ettiği hâlde, onun yerine "örnek" kelimesini kullanmayacağım! "Beşer" ve "insan" ayırımına dikkat edeceğim, yani, mubârek Kur'ân'da "beşer" kelimesinin geçtiği her yerde Türkçemizde hâlâ yaşamaya devam eden "beşer" kelimesini kullanacağım - ki gördüğüm kadarıyla bazı meâllerde bu çok önemli ayrım hiç dikkate alınmamış, "beşer" kelimesi/kavramı da "insan" diye aktarılmış!

Aynı şey bazı deyimler için de geçerli! Sözgelimi fî sebîlillâh ifâdesi Türkçemizde deyim olarak yaşamaya devam etmektedir. O hâlde bu ifâdeyi, "Açılmış Meâl" bölümünde "açmak" kaydıyla, meâlde aynen kullanarak koruyacağım! Aynı şey besmele için de geçerli elbette!

Şimdilik "KUR'ÂN TÜRKÇESİ"ni korumak ve yeniden hayata geçirmekden mûrâdımın ne olduğunu, en azından ana hatlarıyla açıklayabildim zannediyorum.

İnşaallah sizlere arz edeceğim meâlde bu yaklaşımımın somut misallerini gördükçe zihninizde bu konuda uyanmış olabilecek bâzı suâller kendiliğinden cevaplanmış olacaktır diye düşünüyorum.

Gayret bizden, takdîr ve tevfîk Âlemlerin Rabbi Allah'tan, celle celâluhu!

YÖNTEM BÂBINDA

Bismillâhirrahmânirrahîm

1. Amacım öncelikle ve özellikle mubârek Kur'ân'ın orijinal metnine sadakat konusunda azâmî titizliği göstermektir;

2.
Bunun için de Türkçenin yapısına ters düşmediği sürece Arabca cümlenin yapısını muhafaza etmeye ve dolayısyla okurun mubârek Kur'ân'ın -tâbir câizse- "nasıl konuştuğu" hakkında yaklaşık da olsa bir fikir sahibi olmasını sağlamaya çalıştım.

3.
Bir amacım da "Kur'ân Türkçesi"ne yeniden hayatiyet kazandırmaktır. Bundan kasdimin ne olduğunu ayrı bir başlık altında açıklayacağım.

4.
Her mubârek âyet-i kerîme üç aşamada arz edilmiştir:
4.1. Mubârek Kur'ân'ın orijinal metnine/Arabcaya mümkin olduğunca sâdık kalan "Düz Meâl"i;
4.2. "Satırarası Tefsîr" geleneksel yöntemi doğrultusunda yapılmış -tâbir câizse- "Açılmış Meâl"i;
4.3. "Açıklamalar" başlığı altında ise mubârek âyet-i kerîmenin daha ayrıntılı tefsîri ve "konkordans"ı - yani, hem lafız, hem de mânâ olarak bağlantılı/ilişkili olduğu diğer mubârek âyet-i kerîmelerin dökümü yer almaktadır.

5.
"Düz Meâl"de mubârek Kur'ân'ın Türkçemizde henüz yaşamaya devam eden kelime, terim, kavram ve deyimleri aynen muhafaza edilmiştir. Mânânın doğru ve rahat anlaşılması için ille de gerekli olmadığı sürece hiçbir açıklayıcı ve/veya tamamlayıcı ifâde kullanmamaya özen gösterilmiştir. Mânânın doğru ve rahat anlaşılması için açıklayıcı ve/veya tamamlayıcı ifâde kullanmanın kaçınılmaz olduğu yerlerde bu açıklayıcı ve/veya tamamlayıcı ifâdeler farklı bir renk, farklı bir harf karakteriyle parantez içine alınmak sûretiyle belirtilmiştir.

6.
"Açılmış Meâl"in tamamı köşeli parantez içine alınmıştır. Açıklamaların hepsi "- yani, ...." ifâdesiyle verilmiş ve bunlar farklı bir renk, farklı bir harf karakteriyle belirtilmiştir.

GİRİZGÂH

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bundan böyle mubârek Kur'ân ile ilgili çalışmalarımı burada paylaşıma açacağım - hayırlara vesîle olur inşaallah...
Gayret fakîrden, tevfîk ve takdîr Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan, celle şânuhu.

İzleyiciler