MERHÛM ÜSTÂD MUHAMMED ESED'DEN
BİR “KUDÜS VİZYONU”
Bundan kısa bir süre evvel, Uluslararası
Kızılhaç’ta üst düzey bir görevli olan İsviçreli eski bir dostumla karşılaştım.
Şehrin Müslüman kesiminden çok sayıda yaralı, hasta ve aç insana, pek de güven
telkin etmeyen bir barış ortamına yeniden uyum sağlayabilmeleri için yardım
etmek üzere gittiği Beyrut’tan henüz yeni dönmüştü. Üçümüz, o, hanımım ve ben,
kahvelerimizi yudumlarken, arkadaşım bize Beyrut’taki son tecrübelerinden ve
özellikle de ardı arkası kesilmeyen İsrail bombardımanının son ve korkunç
günlerinden söz etti. Sonunda ise şu ilginç hâdiseyi anlattı:
“O son ateşkes kesinleştiğinde ve
aralıksız devam eden top ateşinin kulakları sağır eden gümbürtüsü durduğunda,
bir zamanlar Orta Amerika’da maruz kaldığım bir volkan patlaması ve onu takib
eden depremin sonunda yaşadığım hissin aynına kapıldım: tekin olmayan bir
sessizlik – ya da gereğinden uzun süren korkunç patlamalara alışmş olan
kulaklara sessizlikmiş gibi gelen bir ortam!
Tamamen tahrîb olmuş, neredeyse
altı üstüne gelmiş bir sokaktan geçiyordum… Sağımda solumda yıkılmış evlerden
arta kalan moloz yığınları, büklüm büklüm olmuş demirler, paramparça eşyalar ve
ne olduğu anlaşılamayan döküntü yığınları; ve hepsinin üzerini örten kalın bir
tabaka hâlinde, mide bulandırıcı bir çürüme kokusu…
Birden yere çökmüş yaşlı bir kadın
farkettim: yüzü sanki taş kesilmişti, öylesine hareketsiz oturuyordu. Bana
baktı ama besbelli ki beni görmüyordu; bakışlarını, gözlerini kırpmaksızın
ötelere dikmişti. Onun yaralı ya da hasta olduğuna hükmedip, bozuk ve yarım
yamalak Arapçamla sordum:
‘Yardım edebilir miyim? Senin için
bir şey yapabilir miyim?’
Yaşlı kadın gözlerini bana çevirdi
ama soruma cevap vermedi. Başını sürekli sallayarak şöyle demeye başladı:
‘Onlar Kudüs için savaşıyorlardı…
Onlar Kudüs için savaşıyorlardı!’ ”.
Sözünün burasında İsviçreli
arkadaşım merakla bana yöneldi:
“Kudüs… Biliyorum, siz Müslümanlar
için kutsal bir belde, ama… Biz Beyrut’taydık! Beyrut’ta Kudüs’ten söz etmenin
âlemi ne? Bugüne kadar anlayabilmiş değilim doğrusu! Acaba o yaşlı kadın
Filistinlileri kasdetmiş olabilir mi? Elbette Beyrut halkının çoğu Müslümandı ama
aralarında Hristiyanlar da vardı. Kudüs ise Müslümanlar için olduğu kadar biz Hristiyanlar
için de kutsal bir belde. Belki de yaşlı kadın İsraillileri kasdediyordu: kendi
nefretine ve kederine, yani onların kendi varlığına rağmen yaptıkları zulüm için
bir bahane bulmaya çalışıyordu… Çünkü sarfettiği sözler sanki ağzından zorla dökülüyorlardı…”
Bu satırları yazışımın sebebi,
arkadaşımın zihnî karışıklığını çözmek ve sorduğu soruya cevap vermek içindir.
Kendi adıma, besbelli ki bir
Müslüman olan o yaşlı kadının sözleriyle Müslümanları, hem de kendileri için
kutsal olan bir dâvâ uğruna savaşmakta olduklarını imâ ederek kasdettiğinden,
hiç kuşkum yok! Ama o yaşlı kadın hiç farkında olmadan, içgüdüsel olarak tarihî
bir hakîkati de dile getirmiş olabilir: Beyrut’un içinde ve çevresinde yapılan
savaşın bir mânâda “Kudüs için savaşmak” olduğunu – ya da bunun, Kudüs’ü
güç kullanarak ele geçirmenin meşrûlaştırılması olduğu kadar, Kudüs’e sahip
olmanın da, en azından mânevî bir hak talebi olarak elinde bulundurabilmenin
savaşı olduğu hakîkatini.
Kudüs’ün Mûsevîler/Yahûdîler,
Hristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal olduğu inkâr edilemez bir hakîkattir.
Ancak her üç dinin mensûbları için bu şehri kutsal bilme gerekçelerinin
arasında temelli farklar vardır.
Mûsevîler/Yahûdîler için Kudüs,
öncellikle kavmî geçmişlerinin bir simgesi ve Hz. İbrâhîm (AS) soyundan
geldikleri için “Allah’ın seçilmiş kavmi” olduklarına inanmış
olmalarının ifâdesidir. Tarihî olarak Kudüs, İbrânîler’in Filistin’i milâddan
önceki son bin yıl içinde fethedip kurdukları ve yaklaşık beşyüz yıl boyunca
fırtınalı bir bağımsız ya da yarı-bağımsız varlık gösterdikten sonra, bundan
yaklaşık ikibin yıl önce Romalı’lara teslîm etmek zorunda kaldıkları küçük
krallığın başşehriydi. Bağımsız olarak varlıklarını sürdürebildikleri dönemin
neredeyse tamamında, “atalarından intikâl etmiş miras” addettikleri bu
şehri emniyet altına alma ve sınrlarını genişletme eğilimi sergileyen
Mûsevîler/Yahûdîler, çevrelerindeki kabîle ve kavimlerle sürekli olarak
savaşmışlardır; ve zafer kazandıkları her zaman da, Tevrât’ın bize bildirdiği
üzere, yenilgiye uğrattıkları düşmanlarını, muntazaman ateş ve kılıçla, erkek,
kadın ve çocuk ayırımı yapmaksızın ellerine düşen herkesi hatta düşmanlarının “sığır,
koyun ve eşeklerini” dahi öldürüp yok etmişlerdir. Ve bütün bunları “Allah’ın
seçilmiş kavmi” olmaları gerekçesine dayandırdıkları için de, giderek bütün
insanlığın tarihine yalnızca Mûsevî/Yahûdî gözüyle bakma alışkanlığını
edinmişlerdir: yani, bir başka deyişle, etraflarını saran dünyada olup biten
herşeyi ve insansoyunun kendileri dışında kalan kesimini, yalnızca “seçilmiş
kavim”in nasîbini engelleyen bir unsur kabûl ederek kendileriyle
ilişkilendirmeyi öğrenmiş ve bu tutumlarını hep sürdüregelmişlerdir.
Dolayısıyla Ahd-i Atîk’in/Tevrât’ın – bugünkü (muharref) şekliyle –
anlattıkları, Mûsevîler/Yahûdîler için münhasıran Yahûdî kavminin tarihini
temsîl eder. İşte bu bakış açısıdır ki onların Kudüs’e, İsrailoğulları’nın “doğuştan
kazanılmış hakkı” şeklindeki tuhaf ve hiddete varacak kadar aşırı tutkulu
bağlılıklarını açıklar: bir başka deyişle, Kudüs’e bağlılık Mûsevîler/Yahûdîler
için yalnızca dînî bir bağlılık değil, daha ziyâde belirli ve ancak kendine has
bir “tarih belleği”nin tezâhürü, dolayısıyla da bir kavmin veya halkın kendine,
“kendine tapma” derecesine varan narsistik (özsevici)
hayranlığının bir ifâdesidir.
Öte yandan Hristiyanlar için Kudüs,
Kitâb-ı Mukaddes/İncîl bağlamındaki çağrışımının ötesinde, Hz. İsâ’nın (AS)
tebliğinin doruk noktasına ulaştığı ve – Hristiyan doktrinine göre- çarmıha
gerilip gömüldüğünün varsayıldığı yer olması hasebiyle, özgün bir dînî mânâ ve
önem taşır. Bu yüzden Hristiyanlar da Kudüs’e bir mânâda tarih gözüyle
bakarlar. Ancak bu “tarih belleği”nin Kudüs’le ilişkilendirdiği
hâdiseler, ırkî ya da kavmî değil de kutsal-mânevî bir mânâ ve önem
taşıdıklarından, Kudüs, Hristiyanlar için “atalarından intikâl etmiş bir
miras” olmaktan ziyâde, hacc için ziyâret edilen ya da uzaktan tapınılan, “objektif”
mânâda kutsal bir yerdir. Tabiî ki Hristiyanlar için her zaman uzaktan
tapınılan bir yer olmamıştır Kudüs: milâdî onbirinci yüzyılın sonunda
Avrupa’nın Hristiyanları ilk Haçlı Seferi için yola çıktıklarında, hedefleri
Kudüs’ü ve onu çevreleyen bütün “kutsal
topraklar”ı, “dinsiz” ve/veya “kâfir” olarak gördükleri
insanların (yani, öncelikle Müslümanların) elinden zorla almak ve onların
üzerinde hâkimiyet kurmaktı. Neyse ki Haçlı Seferleri uzak bir geçmişte
kalmıştır artık ve bugün hiçbir akl-ı selîm sahibi Hristiyan Kudüs’e siyâsî
mânâda sahiplenmeyi ya da Kudüs’te hâkimiyet sahibi olmayı aklından geçirmez
(!).
Peki ya Müslümanlar?
Müslümanların Kudüs’e
yaklaşımlarının hem ideolojik hem de tarihî boyutu vardır.
İdeolojik boyut, mubârek Kur’ân’a dayanmaktadır; tarihî boyut ise, İslâm’ın
temel öğretilerinden olan, “insansoyunun dînî tecrübesindeki (yani,
Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’tan, azze ve celle, gelen vahye muhatâb oluşundaki) süreklilik
olgusu”ndan ve özellikle de Müslümanların imanları gereği saygı
gösterdikleri bütün peygamberlerin çoğunun, tabiî odak noktası Kudüs olan
Filistin’de yaşamış ve ölmüş olmaları hakîkatinden kaynaklanmaktadır.
Bütün bu unsurlar mubârek Kur’ân’ın
onyedinci sûresinin (mubârek el-İsrâ’ Sûresi) ilk âyet-i kerimesinde apaçık dile
getirilmiştir:
Bismillâhirrahmânirrahîm
سُبْحَانَ
الَّذٖى اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى
الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا
الَّذٖى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا
اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
Subhândır O/zâtında asla hiçbir
eksiklik, hiçbir zâfiyet yoktur, asla olmamıştır, asla olamaz O’nun ki, gece yolculuğuna
çıkarttı kulunu geceleyin, Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aqsâ'ya doğru!
O Mescid-i Aqsâ ki, bereketlendirdik çevresini onun! Gece yolculuğuna çıkarttık kulumuzu geceleyin, Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aqsâ'ya doğru göstermek için ona
âyetlerimizden! Şu kesin bir gerçek ki O, O es-Semî’ - Herşeyi Özüne Nüfuz
Ederek, Nitelik Olarak Derinliğine, Nicelik Olarak Tüm Ayrıntı ve Cüzleriyle ve
Bunun İçin Zaman, Mekân ve Âlete Muhtâc Olmaksızın İşiten’dir,
el-Basîr - Herşeyi Özüne Nüfuz
Ederek, Nitelik Olarak Derinliğine, Nicelik Olarak Tüm Ayrıntı ve Cüzleriyle ve
Bunun İçin Zaman, Mekân ve Âlete Muhtâc Olmaksızın Gören’dir!
Hz. Peygamber’in (ASVS) Kudüs’e “Gece
Yolculuğu” ve ardından semâya “yükselme”si (mi’râc) olarak
bilinen bu sırlarla dolu tecrübesi, o’nun (ASVS) tarafından tebliğ edilen
mesaj ile çoğunun adı Tevrât’ta geçen önceki peygamberler tarafından tebliğ
edilen mesajlar arasındaki içsel bağı/ilişkiyi ortaya koymaktadır. “Uzak
(lafzen: “en uzak”, el-aqsâ) Mâbed (lafzen: el-mescid)”
besbelli ki Hz. Süleymân’ın (AS) mâbedidir – ya da daha doğru bir deyişle
ifâde edecek olursak, o mâbedin bulunduğu mahaldir. Mûsevîler/Yahûdîler
tarafından yalnızca çok başarılı ve şerefli bir kral olarak kabûl edilen Hz.
Süleymân (AS), Müslümanlar tarafından, tıpkı babası Hz. Dâvûd (AS) gibi,
Hz. İbrâhîm (AS) ile başlayıp Hz. İsâ (AS) ile sona eren ve Âlemlerin Rabbi
Yüce Allah’ın, azze ve celle, vahyini taşıyıp tebliğ eden o uzun “İbrânî
Peygamberler” zincirine mensûb olan bir peygamber olarak bilinir ve saygı
görür. Ve mubârek Kur’ân’a göre, Hz. Süleymân’ın (AS) mâbedini inşa ettiği
mahal ve çevresinde çok sayıda peygamber yaşadığı içindir ki, buraları,
yukarıda zikredilen mubârek âyet-i kerimede “Allah tarafından mubârek
kılınmış” ifâdesiyle tanımlanmaktadır. Bu aynı zamanda İslâmiyet’in
başlangıcından beri Mûsevîler’in/Yahûdîler’in ve Hristiyanlar’ın “Jerusalem”
adını verdikleri Kudüs’ün Arabça adının “el-beyt el-muqaddes”, yani “Kutsal
Ev” ya da kısaca “el-quds”, yani “Kutsal Olan” olmasının ve
Müslümanların bu şehre, Mekke ve Medîne’nin yanısıra, “üç kutsal şehir”den
biri olarak saygı göstermelerinin gerekçesidir.
Bu yüzden Müslümanlar’ın Kudüs’e ve
dolayısıyla bir bütün olarak Filistin topraklarına yaklaşımlarının “atalar”a
dayandırılan bir sahiplenmeyle hiç alâkası yoktur.
Hiçbir Müslüman, mubârek Kur’ân’ın
nâzil olduğu dönemde Araplar için adı “Uzak Mâbed” olan mâbedi inşa
etmiş olan Hz. Süleymân’ın (AS) soyundan geldiğini iddia etmez. Ancak her
Müslüman, Hz. Süleymân’ın (AS) bir peygamber olarak hâtırâsına büyük saygı
duyar. Benzer şekilde, Hz. Peygamber’in (ASVS) kavminin de aralarında
bulunduğu Arap kavimlerinin hemen hemen yarısı, Hz. Süleymân’ın (AS) da atası
olan Hz. İbrâhîm’i (AS) kendi ataları olarak kabûl ettikleri hâlde, hiçbir
Müslüman bu ırk ya da soy ilişkisine aslî/köklü bir değer atfetmez. Hz.
İbrâhîm’i (AS) öncelikle kendi “ata”ları, bir başka deyişle
kavimlerinin-ırklarının soy-atası olarak tâ’zîm eden/çok yücelten
Mûsevîler’in/Yahûdîler’in aksine Müslümanlar için Hz. İbrâhîm’in (AS)
hâtırâsı yalnızca dînî sebeblerden dolayı kutsaldır: evet, Hz. İbrâhîm (AS) kutsaldır,
çünkü o Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, en yüce peygamberlerinden
biriydi; o (AS) mubârek Kur’ân’ın altıncı sûresinde (mubârek el-En’âm Sûresi) çok canlı
bir şekilde anlatıldığı gibi, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle,
birliği ve benzersizliği konusunda hiçbir rehberliğe ihtiyâç duymaksızın,
tamamen içsel bir aydınlanmaya, fıtrî bir derin kavrayışa erişmiş bir insandı:
kalbi ve aklı kendisini O’na, azze ve celle, yönelttiği için, hedefine eren Hak
ve Hakîkat Arayıcıları’nın prototipiydi.
İşte bundan dolayı, Hz.
Peygamber’in (ASVS), tebliğinin ilk yıllarında Mekke’de, her namazında yüzünü
Kudüs’e dönmüş olmasınının gerekçesini anlamak zor değildir. Kudüs o’nun (ASVS) için, o’nun (ASVS)
izinden giden ve o’ndan (ASVS) sonra gelen her Müslüman için de olduğu gibi,
kutsal bir yerdi; ve yıllar sonra mubârek Kur’ân vahyi, Mekke’deki Kâbe’yi –ki
mubârek Kur’ân’da “Mescid-i Harâm” olarak tanımlanır- mubârek Kur’ân’a
tâbi olanların namazlarında yüzlerini dönecekleri yön olarak belirlemesinden
sonra bile, Kudüs Müslümanlar için kutsal bir yer olma keyfiyetini sürdürdü.
Kudüs’ün kutsallığı bundan başka
ayrıca mubârek Kur’ân tarafından Hz. Peygamber’in (ASVS) sırlarla dolu “Gece
Yolculuğu”nun hedefi ve mi’râc mûcizesinin başlangıç noktası olması
hasebiyle vurgulanır: çünkü – daha sonra Hz. Peygamber’in (ASVS) bizzât
anlattığı gibi- o sırlarla dolu “Gece Yolculuğu”ndan sonra vardığı
Kudüs’te, o sıralarda neredeyse bin yıl önce yerle bir edilmiş olan Hz.
Süleymân’ın (AS) mâbedinin bulunduğu yerde, kendisinden evvel zuhûr etmiş
olan bütün peygamberlerle birlikte, onlara imamlık etmek sûretiyle, namaz
kılmıştır. Bu durum, hiç kuşku yok ki, Hz. Muhammed’e (ASVS) vahiy yoluyla
ulaşmış olan mubârek Kur’ân mesajının “yeni” bir dîn olmayıp, Âlemlerin
Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, insansoyuna vahyinin doruk noktası ve sonu
olduğunun, sembolik bir anlatımla dile getirilimiş, en somut delîlidir.
Kudüs’e, milâdî yedinci yüzyılda
Müslüman Araplar tarafından fethedildiğinde, şehrin Müslüman fâtihleri
tarafından dînî önemine yaraşır bir saygı gösterilmiş olması, hiç kuşku yok ki,
bundan dolayıdır. O sıralarda Kudüs’te Mûsevî/Yahûdî bir nüfus yoktu: son
Mûsevîler/Yahûdîler yüzyıllarca evvel Romalılar tarafından şehirden
sürülmüşlerdi. Şehrin Hristiyan sâkinlerinin hayatlarına, mallarına ve
ibâdethânelerine ise Müslüman Araplar tarafından tam mânâsıyla koruma altına
olma garantisi verildi; kısaca, aralarında hakîkî bir barış ve güvenlik
antlaşması imzalandı. Buna bağlı olarak Kudüs’ün Müslümanlar tarafından fethinden
sonra hiçbir kilise câmie çevrilmedi ve nerede bir câmi inşa edildiyse,
Müslüman yönetim, yerli cemaatlerin haklarına tecâvüz etmeme konusunda azamî
itinâyı gösterdi. Ve Kudüs’e yeni ve büyük bir câmi inşa edilmesine karar
verildiğinde, binanın başka bir ibâdethâne tarafından işgâl edilmiş olan bir
arsa üzerinde kurulmaması için gerekli bütün tedbirler alındı. Hz. Süleymân’ın
(a.s.) mâbedi milâddan önce altıncı yüzyılda Bâbilliler tarafından yıkılmıştı;
daha sonra, milâdî tarihin başlangıcında Roma imparatoru Büyük Herodus
tarafından inşa edilen mâbed ise, yine milâdî yetmiş yılında Roma imparatoru
Titus’un askerleri tarafından bir taş ve moloz yığını hâline getirilmişti. Ve
böylece Büyük Câmi –ki o zamandan beri Kur’ânî olan el-Mescid el-Aqsâ
adıyla bilinir- o boş ama kutsal saha üzerinde, mubârek el-İsrâ’ Sûresi’nin ilk âyet-i
kerimesini, dolayısıyla da mubârek Kur’ân’ı insansoyuna ulaştıran o Son
Peygamber’in (ASVS) öncesinde gelmiş olan bütün peygamberlerin azîz
hâtırâlarına hürmeten inşa edilmişti.
Bunu takib eden yüzyıllar boyunca,
Filistin’in Haçlılar ve Fransızlar (Franklar) tarafından işgâli altında
geçen ve bir yüzyıldan daha kısa süren inkıta dönemi hariç, insansoyuna ulaşan
vahyin sürekliliğini ortaya koyan Kur’ânî öğreti, Kutsal Topraklar’daki bütün
sosyal hayatın temelini teşkîl ediyordu. Müslüman yönetimi altındaki Kudüs’ün
kutsallığı, şehrin Tek Tanrılı üç dînin mensûblarına tamamen açık olmasında
ifâde buluyordu. Bilumum mezheblere ait Hristiyan kiliseleri ve manastırları
koruma altındaydı ve zamanla çok sayıda yenileri de inşa edildi. Bir süre sonra
tekrar Kudüs’e geri dönen az sayıdaki Mûsevîler’in/Yahûdîler’in ise kendilerine
ait bir mâbedleri yoktu. Çünkü onlar, inançları gereği, Hz. Süleymân’ın (a.s.)
tahrîb edilmiş olan mâbedinin yeniden inşa edilip eski ihtişâmına
kavuşturulabilmesinin ancak “zamanın sonu” geldiğinde zuhûr edecek olan Mesih’in
eliyle olacağına inanıyorlardı. Fakat buna rağmen ibâdetlerini yerine
getirdikleri kendilerine ait evleri vardı ve Ağlama Duvarı olarak bilinen,
Müslümanlar tarafından hiç dokunulmadan, olduğu gibi bırakılmış olan Herodes
Mâbedi’nin kalıntısı önünde duâ edebiliyorlardı. Ve yüzyıllar akıp geçtikçe her
üç cemaatin mensûbları, hepsi için de kutsal olan el-Quds/Kudüs’ün eski
sokaklarında serbestçe, birbirlerine karışmış vaziyette dolaşıyorlardı.
Ve sonra İsrail devleti kuruldu.
Ve 1967 savaşı sonucunda İsrailliler
tedrîcen/adım adım/yavaş yavaş Kudüs’ün eski şehri üzerinde hâkimiyet kurmaya
başladılar. Bu elbette ki, teorik/nazarî olarak “Kutsal Şehir”in
kutsallığında herhangi bir değişiklik olduğuna delâlet etmez. Geçmiş
yüzyıllarda olduğu gibi Hristiyan hacılar Kudüs’ü ve Hz. İsâ (AS) ve o’nun
azîz hâtırâsıyla ilişkilendirdikleri kutsal yerleri akın akın ziyârete devam
ettiler. Müslüman hacılar da mubârek Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden çoğunu
ve tabiî olarak Son Peygamber Hz. Muhammed’in (ASVS) derûnî, sırlarla dolu mi’râcından
önce Kudüs’teki “Uzak Mâbed” ile olan çok sıkı bağlantısının hâfızalarında
dipdiri yaşadığı yerleri/mekânları ziyâret etme imkânına –teorik/nazarî
olarak!- sahiptiler. Ne var ki Müslümanlar pratikte/uygulamada, o günlerde
olduğu gibi bugün de Filistin topraklarını ziyâret konusunda güvenli bir teşvik
bulmazlar: çünkü Müslümanlar için Kudüs’in evrensel bir “Kutsal Şehir”
olma niteliğini ısrarla korumasına rağmen, İsrail parlamentosu yıllar önce
–bugün zorunlu olarak yeniden birleştirilen- Kudüs şehrinin hiçbir kısmının
asla Müslüman Araplara iade edilmeyeceğini ve şehrin bir bütün olarak “ebediyyen
İsrail devletinin ezelî ve ebedî başşehri olarak kalacağını” ilân etmiştir!
Bu ifâde, Kudüs’in Mûsevîler/Yahûdîler
tarafından yalnızca kendilerine “atalarından intikâl etmiş bir miras”
olarak algılandığı Ahd-i Atîk/Tevrât kaynaklı telâkkiye apaçık bir geri dönüş,
dahası tarihin ve hikmetin insansoyuna en önemli derslerinden birini tamamen
gözardı eden bir ihânettir! O ders ki bize beşerî ilişkilerde “asla”
veya “ebedî” veya “ezelî” gibi kavramların olamayacağını, “ezelî
ve ebedî”liğin yalnızca Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a, azze ve celle, mahusu
sıfatlar olduğunu öğretmiştir!
Bu kadîm şehrin taşıdığı “el-quds/Kudüs”
yani “Kutsal Olan” mânâsındaki adı, onun “atalardan initkâl etmiş bir
miras” ya da şu veya bu kavmin/ırkın/topluluğun “doğuştan kazanılmış bir
hakkı” olamayacağını belirtir ve onu kesinlikle herhangi bir insan
topluluğu tarafından “sahiplenilebilecek” bir gayr-i menkûl mülk gibi görmenin
mümkün olamayacağına delâlet eder.
Kudüs ancak, ona, Bir Olan Allah’a,
azze ve celle, kayıtsız şartsız imandan doğan bir tevâzu içinde yaklaşan ve
özellikle mubârek Kur’ân’daki ifâdesiyle “O’nun bütün elçilerine/rasûllerine
iman eden; O’nun elçilerinin/rasûllerinin hiçbiri arasında ayırım yapmayan”
herkese aittir.
Kudüs dînî önemi ve değeri
açısından evrensel olduğuna, dolayısıyla da herhangi bir
kavmin/ırkın/topluluğun “atalarından intikâl etmiş mirası” olarak kabûl
edilemeyeceğine göre, bu şehrin siyâsî kaderi hakkındaki bütün kararların, bu
şehrin içinde, yani münhasıran bir İsrail parlamentosu tarafından değil de,
bambaşka ve çok daha geniş bir zeminde alınması daha doğru olmaz mı?
Besbelli ki Beyrut’un harabeleri
arasında oturan yaşlı kadının dudaklarından dökülüp İsviçreli arkadaşımın
kulağına ulaşan o sözler, bir “Kudüs Vizyonu”nu dile
getiriyorlardı:
“Onlar Kudüs için
savaşıyorlardı… Onlar Kudüs için savaşıyorlardı!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.