19 Ağustos 2013 Pazartesi

MERHÛM ÜSTÂD MUHAMMED ESED'DEN
BİR “KUDÜS VİZYONU”

Bundan kısa bir süre evvel, Uluslararası Kızılhaç’ta üst düzey bir görevli olan İsviçreli eski bir dostumla karşılaştım. Şehrin Müslüman kesiminden çok sayıda yaralı, hasta ve aç insana, pek de güven telkin etmeyen bir barış ortamına yeniden uyum sağlayabilmeleri için yardım etmek üzere gittiği Beyrut’tan henüz yeni dönmüştü. Üçümüz, o, hanımım ve ben, kahvelerimizi yudumlarken, arkadaşım bize Beyrut’taki son tecrübelerinden ve özellikle de ardı arkası kesilmeyen İsrail bombardımanının son ve korkunç günlerinden söz etti. Sonunda ise şu ilginç hâdiseyi anlattı:
“O son ateşkes kesinleştiğinde ve aralıksız devam eden top ateşinin kulakları sağır eden gümbürtüsü durduğunda, bir zamanlar Orta Amerika’da maruz kaldığım bir volkan patlaması ve onu takib eden depremin sonunda yaşadığım hissin aynına kapıldım: tekin olmayan bir sessizlik – ya da gereğinden uzun süren korkunç patlamalara alışmş olan kulaklara sessizlikmiş gibi gelen bir ortam!
Tamamen tahrîb olmuş, neredeyse altı üstüne gelmiş bir sokaktan geçiyordum… Sağımda solumda yıkılmış evlerden arta kalan moloz yığınları, büklüm büklüm olmuş demirler, paramparça eşyalar ve ne olduğu anlaşılamayan döküntü yığınları; ve hepsinin üzerini örten kalın bir tabaka hâlinde, mide bulandırıcı bir çürüme kokusu…
Birden yere çökmüş yaşlı bir kadın farkettim: yüzü sanki taş kesilmişti, öylesine hareketsiz oturuyordu. Bana baktı ama besbelli ki beni görmüyordu; bakışlarını, gözlerini kırpmaksızın ötelere dikmişti. Onun yaralı ya da hasta olduğuna hükmedip, bozuk ve yarım yamalak Arapçamla sordum:
‘Yardım edebilir miyim? Senin için bir şey yapabilir miyim?’
Yaşlı kadın gözlerini bana çevirdi ama soruma cevap vermedi. Başını sürekli sallayarak şöyle demeye başladı:
‘Onlar Kudüs için savaşıyorlardı… Onlar Kudüs için savaşıyorlardı!’ ”.

Sözünün burasında İsviçreli arkadaşım merakla bana yöneldi:
“Kudüs… Biliyorum, siz Müslümanlar için kutsal bir belde, ama… Biz Beyrut’taydık! Beyrut’ta Kudüs’ten söz etmenin âlemi ne? Bugüne kadar anlayabilmiş değilim doğrusu! Acaba o yaşlı kadın Filistinlileri kasdetmiş olabilir mi?  Elbette Beyrut halkının çoğu Müslümandı ama aralarında Hristiyanlar da vardı. Kudüs ise Müslümanlar için olduğu kadar biz Hristiyanlar için de kutsal bir belde. Belki de yaşlı kadın İsraillileri kasdediyordu: kendi nefretine ve kederine, yani onların kendi varlığına rağmen yaptıkları zulüm için bir bahane bulmaya çalışıyordu… Çünkü sarfettiği sözler sanki ağzından zorla dökülüyorlardı…”

Bu satırları yazışımın sebebi, arkadaşımın zihnî karışıklığını çözmek ve sorduğu soruya cevap vermek içindir.
Kendi adıma, besbelli ki bir Müslüman olan o yaşlı kadının sözleriyle Müslümanları, hem de kendileri için kutsal olan bir dâvâ uğruna savaşmakta olduklarını imâ ederek kasdettiğinden, hiç kuşkum yok! Ama o yaşlı kadın hiç farkında olmadan, içgüdüsel olarak tarihî bir hakîkati de dile getirmiş olabilir: Beyrut’un içinde ve çevresinde yapılan savaşın bir mânâda “Kudüs için savaşmak” olduğunu – ya da bunun, Kudüs’ü güç kullanarak ele geçirmenin meşrûlaştırılması olduğu kadar, Kudüs’e sahip olmanın da, en azından mânevî bir hak talebi olarak elinde bulundurabilmenin savaşı olduğu hakîkatini.


Kudüs’ün Mûsevîler/Yahûdîler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal olduğu inkâr edilemez bir hakîkattir. Ancak her üç dinin mensûbları için bu şehri kutsal bilme gerekçelerinin arasında temelli farklar vardır.
Mûsevîler/Yahûdîler için Kudüs, öncellikle kavmî geçmişlerinin bir simgesi ve Hz. İbrâhîm (AS) soyundan geldikleri için “Allah’ın seçilmiş kavmi” olduklarına inanmış olmalarının ifâdesidir. Tarihî olarak Kudüs, İbrânîler’in Filistin’i milâddan önceki son bin yıl içinde fethedip kurdukları ve yaklaşık beşyüz yıl boyunca fırtınalı bir bağımsız ya da yarı-bağımsız varlık gösterdikten sonra, bundan yaklaşık ikibin yıl önce Romalı’lara teslîm etmek zorunda kaldıkları küçük krallığın başşehriydi. Bağımsız olarak varlıklarını sürdürebildikleri dönemin neredeyse tamamında, “atalarından intikâl etmiş miras” addettikleri bu şehri emniyet altına alma ve sınrlarını genişletme eğilimi sergileyen Mûsevîler/Yahûdîler, çevrelerindeki kabîle ve kavimlerle sürekli olarak savaşmışlardır; ve zafer kazandıkları her zaman da, Tevrât’ın bize bildirdiği üzere, yenilgiye uğrattıkları düşmanlarını, muntazaman ateş ve kılıçla, erkek, kadın ve çocuk ayırımı yapmaksızın ellerine düşen herkesi hatta düşmanlarının “sığır, koyun ve eşeklerini” dahi öldürüp yok etmişlerdir. Ve bütün bunları “Allah’ın seçilmiş kavmi” olmaları gerekçesine dayandırdıkları için de, giderek bütün insanlığın tarihine yalnızca Mûsevî/Yahûdî gözüyle bakma alışkanlığını edinmişlerdir: yani, bir başka deyişle, etraflarını saran dünyada olup biten herşeyi ve insansoyunun kendileri dışında kalan kesimini, yalnızca “seçilmiş kavim”in nasîbini engelleyen bir unsur kabûl ederek kendileriyle ilişkilendirmeyi öğrenmiş ve bu tutumlarını hep sürdüregelmişlerdir. Dolayısıyla Ahd-i Atîk’in/Tevrât’ın – bugünkü (muharref) şekliyle – anlattıkları, Mûsevîler/Yahûdîler için münhasıran Yahûdî kavminin tarihini temsîl eder. İşte bu bakış açısıdır ki onların Kudüs’e, İsrailoğulları’nın “doğuştan kazanılmış hakkı” şeklindeki tuhaf ve hiddete varacak kadar aşırı tutkulu bağlılıklarını açıklar: bir başka deyişle, Kudüs’e bağlılık Mûsevîler/Yahûdîler için yalnızca dînî bir bağlılık değil, daha ziyâde belirli ve ancak kendine has bir “tarih belleği”nin tezâhürü, dolayısıyla da bir kavmin veya halkın kendine, “kendine tapma” derecesine varan narsistik (özsevici) hayranlığının bir ifâdesidir.

Öte yandan Hristiyanlar için Kudüs, Kitâb-ı Mukaddes/İncîl bağlamındaki çağrışımının ötesinde, Hz. İsâ’nın (AS) tebliğinin doruk noktasına ulaştığı ve – Hristiyan doktrinine göre- çarmıha gerilip gömüldüğünün varsayıldığı yer olması hasebiyle, özgün bir dînî mânâ ve önem taşır. Bu yüzden Hristiyanlar da Kudüs’e bir mânâda tarih gözüyle bakarlar. Ancak bu “tarih belleği”nin Kudüs’le ilişkilendirdiği hâdiseler, ırkî ya da kavmî değil de kutsal-mânevî bir mânâ ve önem taşıdıklarından, Kudüs, Hristiyanlar için “atalarından intikâl etmiş bir miras” olmaktan ziyâde, hacc için ziyâret edilen ya da uzaktan tapınılan, “objektif” mânâda kutsal bir yerdir. Tabiî ki Hristiyanlar için her zaman uzaktan tapınılan bir yer olmamıştır Kudüs: milâdî onbirinci yüzyılın sonunda Avrupa’nın Hristiyanları ilk Haçlı Seferi için yola çıktıklarında, hedefleri Kudüs’ü  ve onu çevreleyen bütün “kutsal topraklar”ı, “dinsiz” ve/veya “kâfir” olarak gördükleri insanların (yani, öncelikle Müslümanların) elinden zorla almak ve onların üzerinde hâkimiyet kurmaktı. Neyse ki Haçlı Seferleri uzak bir geçmişte kalmıştır artık ve bugün hiçbir akl-ı selîm sahibi Hristiyan Kudüs’e siyâsî mânâda sahiplenmeyi ya da Kudüs’te hâkimiyet sahibi olmayı aklından geçirmez (!).

Peki ya Müslümanlar?

Müslümanların Kudüs’e yaklaşımlarının hem ideolojik hem de tarihî boyutu vardır. İdeolojik boyut, mubârek Kur’ân’a dayanmaktadır; tarihî boyut ise, İslâm’ın temel öğretilerinden olan, “insansoyunun dînî tecrübesindeki (yani, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’tan, azze ve celle, gelen vahye muhatâb oluşundaki) süreklilik olgusu”ndan ve özellikle de Müslümanların imanları gereği saygı gösterdikleri bütün peygamberlerin çoğunun, tabiî odak noktası Kudüs olan Filistin’de yaşamış ve ölmüş olmaları hakîkatinden kaynaklanmaktadır.
Bütün bu unsurlar mubârek Kur’ân’ın onyedinci sûresinin (mubârek el-İsrâ’ Sûresi) ilk âyet-i kerimesinde apaçık dile getirilmiştir:

Bismillâhirrahmânirrahîm
سُبْحَانَ الَّذٖى اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا
 الَّذٖى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ

Subhândır O/zâtında asla hiçbir eksiklik, hiçbir zâfiyet yoktur, asla olmamıştır, asla olamaz O’nun ki, gece yolculuğuna çıkarttı kulunu geceleyin, Mescid-i  Harâm'dan Mescid-i Aqsâ'ya doğru!  O Mescid-i Aqsâ ki, bereketlendirdik çevresini onun! Gece yolculuğuna çıkarttık kulumuzu geceleyin, Mescid-i  Harâm'dan Mescid-i Aqsâ'ya doğru göstermek için ona âyetlerimizden! Şu kesin bir gerçek ki O, O es-Semî’ - Herşeyi Özüne Nüfuz Ederek, Nitelik Olarak Derinliğine, Nicelik Olarak Tüm Ayrıntı ve Cüzleriyle ve Bunun İçin Zaman, Mekân ve Âlete Muhtâc Olmaksızın İşiten’dir, el-Basîr - Herşeyi Özüne Nüfuz Ederek, Nitelik Olarak Derinliğine, Nicelik Olarak Tüm Ayrıntı ve Cüzleriyle ve Bunun İçin Zaman, Mekân ve Âlete Muhtâc Olmaksızın Gören’dir!

Hz. Peygamber’in (ASVS) Kudüs’e “Gece Yolculuğu” ve ardından semâya “yükselme”si (mi’râc) olarak bilinen bu sırlarla dolu tecrübesi, o’nun (ASVS) tarafından tebliğ edilen mesaj ile çoğunun adı Tevrât’ta geçen önceki peygamberler tarafından tebliğ edilen mesajlar arasındaki içsel bağı/ilişkiyi ortaya koymaktadır. “Uzak (lafzen: “en uzak”, el-aqsâ) Mâbed (lafzen: el-mescid)” besbelli ki Hz. Süleymân’ın (AS) mâbedidir – ya da daha doğru bir deyişle ifâde edecek olursak, o mâbedin bulunduğu mahaldir. Mûsevîler/Yahûdîler tarafından yalnızca çok başarılı ve şerefli bir kral olarak kabûl edilen Hz. Süleymân (AS), Müslümanlar tarafından, tıpkı babası Hz. Dâvûd (AS) gibi, Hz. İbrâhîm (AS) ile başlayıp Hz. İsâ (AS) ile sona eren ve Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, vahyini taşıyıp tebliğ eden o uzun “İbrânî Peygamberler” zincirine mensûb olan bir peygamber olarak bilinir ve saygı görür. Ve mubârek Kur’ân’a göre, Hz. Süleymân’ın (AS) mâbedini inşa ettiği mahal ve çevresinde çok sayıda peygamber yaşadığı içindir ki, buraları, yukarıda zikredilen mubârek âyet-i kerimede “Allah tarafından mubârek kılınmış” ifâdesiyle tanımlanmaktadır. Bu aynı zamanda İslâmiyet’in başlangıcından beri Mûsevîler’in/Yahûdîler’in ve Hristiyanlar’ın “Jerusalem” adını verdikleri Kudüs’ün Arabça adının “el-beyt el-muqaddes”, yani “Kutsal Ev” ya da kısaca “el-quds”, yani “Kutsal Olan” olmasının ve Müslümanların bu şehre, Mekke ve Medîne’nin yanısıra, “üç kutsal şehir”den biri olarak saygı göstermelerinin gerekçesidir.
Bu yüzden Müslümanlar’ın Kudüs’e ve dolayısıyla bir bütün olarak Filistin topraklarına yaklaşımlarının “atalar”a dayandırılan bir sahiplenmeyle hiç alâkası yoktur.
Hiçbir Müslüman, mubârek Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemde Araplar için adı “Uzak Mâbed” olan mâbedi inşa etmiş olan Hz. Süleymân’ın (AS) soyundan geldiğini iddia etmez. Ancak her Müslüman, Hz. Süleymân’ın (AS) bir peygamber olarak hâtırâsına büyük saygı duyar. Benzer şekilde, Hz. Peygamber’in (ASVS) kavminin de aralarında bulunduğu Arap kavimlerinin hemen hemen yarısı, Hz. Süleymân’ın (AS) da atası olan Hz. İbrâhîm’i (AS) kendi ataları olarak kabûl ettikleri hâlde, hiçbir Müslüman bu ırk ya da soy ilişkisine aslî/köklü bir değer atfetmez. Hz. İbrâhîm’i (AS) öncelikle kendi “ata”ları, bir başka deyişle kavimlerinin-ırklarının soy-atası olarak tâ’zîm eden/çok yücelten Mûsevîler’in/Yahûdîler’in aksine Müslümanlar için Hz. İbrâhîm’in (AS) hâtırâsı yalnızca dînî sebeblerden dolayı kutsaldır: evet, Hz. İbrâhîm (AS) kutsaldır, çünkü o Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, en yüce peygamberlerinden biriydi; o (AS) mubârek Kur’ân’ın altıncı sûresinde (mubârek el-En’âm Sûresi) çok canlı bir şekilde anlatıldığı gibi, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, birliği ve benzersizliği konusunda hiçbir rehberliğe ihtiyâç duymaksızın, tamamen içsel bir aydınlanmaya, fıtrî bir derin kavrayışa erişmiş bir insandı: kalbi ve aklı kendisini O’na, azze ve celle, yönelttiği için, hedefine eren Hak ve Hakîkat Arayıcıları’nın prototipiydi.
İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber’in (ASVS), tebliğinin ilk yıllarında Mekke’de, her namazında yüzünü Kudüs’e dönmüş olmasınının gerekçesini anlamak zor değildir.  Kudüs o’nun (ASVS) için, o’nun (ASVS) izinden giden ve o’ndan (ASVS) sonra gelen her Müslüman için de olduğu gibi, kutsal bir yerdi; ve yıllar sonra mubârek Kur’ân vahyi, Mekke’deki Kâbe’yi –ki mubârek Kur’ân’da “Mescid-i Harâm” olarak tanımlanır- mubârek Kur’ân’a tâbi olanların namazlarında yüzlerini dönecekleri yön olarak belirlemesinden sonra bile, Kudüs Müslümanlar için kutsal bir yer olma keyfiyetini sürdürdü.
Kudüs’ün kutsallığı bundan başka ayrıca mubârek Kur’ân tarafından Hz. Peygamber’in (ASVS) sırlarla dolu “Gece Yolculuğu”nun hedefi ve mi’râc mûcizesinin başlangıç noktası olması hasebiyle vurgulanır: çünkü – daha sonra Hz. Peygamber’in (ASVS) bizzât anlattığı gibi- o sırlarla dolu “Gece Yolculuğu”ndan sonra vardığı Kudüs’te, o sıralarda neredeyse bin yıl önce yerle bir edilmiş olan Hz. Süleymân’ın (AS) mâbedinin bulunduğu yerde, kendisinden evvel zuhûr etmiş olan bütün peygamberlerle birlikte, onlara imamlık etmek sûretiyle, namaz kılmıştır. Bu durum, hiç kuşku yok ki, Hz. Muhammed’e (ASVS) vahiy yoluyla ulaşmış olan mubârek Kur’ân mesajının “yeni” bir dîn olmayıp, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, insansoyuna vahyinin doruk noktası ve sonu olduğunun, sembolik bir anlatımla dile getirilimiş, en somut delîlidir.
Kudüs’e, milâdî yedinci yüzyılda Müslüman Araplar tarafından fethedildiğinde, şehrin Müslüman fâtihleri tarafından dînî önemine yaraşır bir saygı gösterilmiş olması, hiç kuşku yok ki, bundan dolayıdır. O sıralarda Kudüs’te Mûsevî/Yahûdî bir nüfus yoktu: son Mûsevîler/Yahûdîler yüzyıllarca evvel Romalılar tarafından şehirden sürülmüşlerdi. Şehrin Hristiyan sâkinlerinin hayatlarına, mallarına ve ibâdethânelerine ise Müslüman Araplar tarafından tam mânâsıyla koruma altına olma garantisi verildi; kısaca, aralarında hakîkî bir barış ve güvenlik antlaşması imzalandı. Buna bağlı olarak Kudüs’ün Müslümanlar tarafından fethinden sonra hiçbir kilise câmie çevrilmedi ve nerede bir câmi inşa edildiyse, Müslüman yönetim, yerli cemaatlerin haklarına tecâvüz etmeme konusunda azamî itinâyı gösterdi. Ve Kudüs’e yeni ve büyük bir câmi inşa edilmesine karar verildiğinde, binanın başka bir ibâdethâne tarafından işgâl edilmiş olan bir arsa üzerinde kurulmaması için gerekli bütün tedbirler alındı. Hz. Süleymân’ın (a.s.) mâbedi milâddan önce altıncı yüzyılda Bâbilliler tarafından yıkılmıştı; daha sonra, milâdî tarihin başlangıcında Roma imparatoru Büyük Herodus tarafından inşa edilen mâbed ise, yine milâdî yetmiş yılında Roma imparatoru Titus’un askerleri tarafından bir taş ve moloz yığını hâline getirilmişti. Ve böylece Büyük Câmi –ki o zamandan beri Kur’ânî olan el-Mescid el-Aqsâ adıyla bilinir- o boş ama kutsal saha üzerinde, mubârek el-İsrâ’ Sûresi’nin ilk âyet-i kerimesini, dolayısıyla da mubârek Kur’ân’ı insansoyuna ulaştıran o Son Peygamber’in (ASVS) öncesinde gelmiş olan bütün peygamberlerin azîz hâtırâlarına hürmeten inşa edilmişti.
Bunu takib eden yüzyıllar boyunca, Filistin’in Haçlılar ve Fransızlar (Franklar) tarafından işgâli altında geçen ve bir yüzyıldan daha kısa süren inkıta dönemi hariç, insansoyuna ulaşan vahyin sürekliliğini ortaya koyan Kur’ânî öğreti, Kutsal Topraklar’daki bütün sosyal hayatın temelini teşkîl ediyordu. Müslüman yönetimi altındaki Kudüs’ün kutsallığı, şehrin Tek Tanrılı üç dînin mensûblarına tamamen açık olmasında ifâde buluyordu. Bilumum mezheblere ait Hristiyan kiliseleri ve manastırları koruma altındaydı ve zamanla çok sayıda yenileri de inşa edildi. Bir süre sonra tekrar Kudüs’e geri dönen az sayıdaki Mûsevîler’in/Yahûdîler’in ise kendilerine ait bir mâbedleri yoktu. Çünkü onlar, inançları gereği, Hz. Süleymân’ın (a.s.) tahrîb edilmiş olan mâbedinin yeniden inşa edilip eski ihtişâmına kavuşturulabilmesinin ancak “zamanın sonu” geldiğinde zuhûr edecek olan Mesih’in eliyle olacağına inanıyorlardı. Fakat buna rağmen ibâdetlerini yerine getirdikleri kendilerine ait evleri vardı ve Ağlama Duvarı olarak bilinen, Müslümanlar tarafından hiç dokunulmadan, olduğu gibi bırakılmış olan Herodes Mâbedi’nin kalıntısı önünde duâ edebiliyorlardı. Ve yüzyıllar akıp geçtikçe her üç cemaatin mensûbları, hepsi için de kutsal olan el-Quds/Kudüs’ün eski sokaklarında serbestçe, birbirlerine karışmış vaziyette dolaşıyorlardı.

Ve sonra İsrail devleti kuruldu.
Ve 1967 savaşı sonucunda İsrailliler tedrîcen/adım adım/yavaş yavaş Kudüs’ün eski şehri üzerinde hâkimiyet kurmaya başladılar. Bu elbette ki, teorik/nazarî olarak “Kutsal Şehir”in kutsallığında herhangi bir değişiklik olduğuna delâlet etmez. Geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi Hristiyan hacılar Kudüs’ü ve Hz. İsâ (AS) ve o’nun azîz hâtırâsıyla ilişkilendirdikleri kutsal yerleri akın akın ziyârete devam ettiler. Müslüman hacılar da mubârek Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden çoğunu ve tabiî olarak Son Peygamber Hz. Muhammed’in (ASVS) derûnî, sırlarla dolu mi’râcından önce Kudüs’teki “Uzak Mâbed” ile olan çok sıkı bağlantısının hâfızalarında dipdiri yaşadığı yerleri/mekânları ziyâret etme imkânına –teorik/nazarî olarak!- sahiptiler. Ne var ki Müslümanlar pratikte/uygulamada, o günlerde olduğu gibi bugün de Filistin topraklarını ziyâret konusunda güvenli bir teşvik bulmazlar: çünkü Müslümanlar için Kudüs’in evrensel bir “Kutsal Şehir” olma niteliğini ısrarla korumasına rağmen, İsrail parlamentosu yıllar önce –bugün zorunlu olarak yeniden birleştirilen- Kudüs şehrinin hiçbir kısmının asla Müslüman Araplara iade edilmeyeceğini ve şehrin bir bütün olarak “ebediyyen İsrail devletinin ezelî ve ebedî başşehri olarak kalacağını” ilân etmiştir!  Bu ifâde, Kudüs’in Mûsevîler/Yahûdîler tarafından yalnızca kendilerine “atalarından intikâl etmiş bir miras” olarak algılandığı Ahd-i Atîk/Tevrât kaynaklı telâkkiye apaçık bir geri dönüş, dahası tarihin ve hikmetin insansoyuna en önemli derslerinden birini tamamen gözardı eden bir ihânettir! O ders ki bize beşerî ilişkilerde “asla” veya “ebedî” veya “ezelî” gibi kavramların olamayacağını, “ezelî ve ebedî”liğin yalnızca Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a, azze ve celle, mahusu sıfatlar olduğunu öğretmiştir!
Bu kadîm şehrin taşıdığı “el-quds/Kudüs” yani “Kutsal Olan” mânâsındaki adı, onun “atalardan initkâl etmiş bir miras” ya da şu veya bu kavmin/ırkın/topluluğun “doğuştan kazanılmış bir hakkı” olamayacağını belirtir ve onu kesinlikle herhangi bir insan topluluğu tarafından “sahiplenilebilecek” bir gayr-i menkûl mülk gibi görmenin mümkün olamayacağına delâlet eder.
Kudüs ancak, ona, Bir Olan Allah’a, azze ve celle, kayıtsız şartsız imandan doğan bir tevâzu içinde yaklaşan ve özellikle mubârek Kur’ân’daki ifâdesiyle “O’nun bütün elçilerine/rasûllerine iman eden; O’nun elçilerinin/rasûllerinin hiçbiri arasında ayırım yapmayan” herkese aittir.
Kudüs dînî önemi ve değeri açısından evrensel olduğuna, dolayısıyla da herhangi bir kavmin/ırkın/topluluğun “atalarından intikâl etmiş mirası” olarak kabûl edilemeyeceğine göre, bu şehrin siyâsî kaderi hakkındaki bütün kararların, bu şehrin içinde, yani münhasıran bir İsrail parlamentosu tarafından değil de, bambaşka ve çok daha geniş bir zeminde alınması daha doğru olmaz mı?

Besbelli ki Beyrut’un harabeleri arasında oturan yaşlı kadının dudaklarından dökülüp İsviçreli arkadaşımın kulağına ulaşan o sözler, bir “Kudüs Vizyonu”nu dile getiriyorlardı:

Onlar Kudüs için savaşıyorlardı… Onlar Kudüs için savaşıyorlardı!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İzleyiciler