29 Ağustos 2013 Perşembe

Merhûm üstâd Muhammed Esed'den, günümüze ışık tutan çok çarpıcı tesbitler...


Yıl 1926...
Merhûm üstâd Muhammed Esed henüz 26 yaşında ve henüz Leopold Weiss - henüz İslâm'la şereflenmemiş yani; henüz tam bir ateist.
İslâm'la şereflenmeden evvel, "Avrupalı bir gazeteci" olarak doğuya yaptığı son seyhatte Afganistan'ın Herat şehrine düşüyor yolu... Şehirlerini ziyâret eden bu ecnebî gazeteciyi Herat vâlisi ağırlıyor, onuruna bir akşam yemeği veriyor... Söz sözü tetikliyor, söz sözü açıyor ve aynı yıl, Avrupa'ya döndükten sonra İslâm'la şereflenip Muhammed Esed olacağını bilmeden/bilemeden alıyor genç Leopold Weiss sazı eline:

(...)

“Nasıl oldu da, siz Müslümanlar, kendinize duyduğunuz güveni kaybettiniz?
O güven ki, size, bir yüzyıl içinde inancınızı Atlantik sahillerinden Çin'in içlerine kadar yayma imkânını vermişti; ama şimdi, bu güveninizi kaybettiğiniz için, Batı'nın düşünce ve yaşama tarzına kolayca, direnmeden teslim ediyorsunuz kendinizi. Avrupa cehâlet ve barbarlığın karanlığında yüzerken, dünyaya bilim ve sanatın aydınlığını saçan dedelerin torunları olarak sizler, nasıl oluyor da, bütün aydınlık ve ilerici soluğuyla yeniden kendi inancınızı kuşanmak cesaretini bulamıyorsunuz içinizde? Ve...
Nasıl oluyor da, bir çok Müslüman ülke Batı'nın dümen suyunda seyreden bir takım küçük, Maskeli Kurtarıcılar, bir takım sahte kahramanlar, İslâmî değerleri toptan yok etmeye yeltendikleri halde, siz, kendi değerlerinden habersiz Müslüman halkların gözünde Müslüman Uyanışının Sembolleri haline geliyorlar?”

Hiç bir şey söylemiyordu evsahibim. Dışarda kar yağmaya başlamıştı. Deh-Zengi'ye gelirken yolda duyduğum hüzün ve mutluluk karışımı duygular uyanmaya başlamıştı yeniden. Geçip giden, ihtişam ve izzeti ve büyük bir medeniyetin bu son çocuklarını kuşatan utanç ve uyuşukluğu - ikisini birden hissedebiliyordum o an.

“Söyler misin bana, tüm açıklığı ye yalınlığıyla Peygamberinizin getirdiği o insanî çağrı, nasıl oldu da, kısır gay-guyların, kılı kırk yaran spekülasyonların arasında kaybolup gitti?
Peki, Peygamberiniz; 'Komşusu açken tok yatan bizden değildir.' dediği halde, prensleriniz, büyük mülk ve toprak sahipleriniz lüks ve israf içinde yaşarken, çoğunluğu oluşturan öteki Müslüman kardeşlerinizin ağızsız dilsiz bir yoksulluk ve sefalet içinde sürünmelerini nasıl açıklarsınız?
Peygamber ve arkadaşlarının kadınları, onların hayatında o kadar önemli bir rol oynamış oldukları halde, sizin, kadınlarınızı niçin hayatınızın kıyısına sürüp attığınızı bana açıklayabilir misiniz?
Ve yine Peygamberiniz; 'İlim talep etmek, kadın erkek, her Müslüman için en büyük ibadetlerden biridir’; ya da, 'Âlim kişinin, yalnızca zâhid olan kişiye üstünlüğü, ayın diğer bütün yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.' dediği halde, siz, bugünün Müslümanları, çoğunuzun eğitimsiz kalmış olmanıza ve içinizde ancak çok az kimsenin okuma yazma biliyor olmasına ne dersiniz?”

(...)

[alıntı: MEKKE'YE GİDEN YOL/Istanbul, 1992/ s. 386]

* * * 
Merhûm üstâd Muhammed Esed'in ilk yayınlandığı zaman dünyada büyük yankılar uyandıran meşhûr "otobiyografisi" MEKKE'YE GİDEN YOL'u Türkçemize kazandırmış olan üstâd Câhit Koytak beyefendinin büyük bir maharetle gerçekleştirdiği çok ilginç ama bir o kadar da önemli bir -deyim yerindeyse ve muhterem Câhit Koytak ağabeyimizin affına sığınarak- "zorunlu terceme hilesi"ne dikkatinizi çekmek isterim: 
yazıda yer alan Maskeli Kurtarıcılar ifâdesi, eserin İngilizce orijinalinde, harfi harfine Mustafa Kemal'dir! Bu ustalıkla yapılmış "zorunlu terceme hilesi"ne başvurmamış olsaydı muhterem Câhit Koytak ağabeyimiz, MEKKE'YE GİDEN YOL memleketimizde basılamaz, yayımlanamaz, yayımlanmış olsa bile derhal toplatılır, yayımlayanın da, terceme edenin de başına nice çoraplar örülürdü!
Dikkatinizi çekmek istediğim bir başka husus da merhûm üstâd Muhammed Esed'in, henüz İslâm'la şereflenmemiş olduğu hâlde, "dürüst bir entelektüel" olarak yaptığı çarpıcı gözlem ve yorumdur!
ALLAH, celle şânuhu, rahmet eyleye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İzleyiciler