29 Ağustos 2013 Perşembe

Merhûm üstâd MUHAMMED ESED'den...

(...) Hz.Muhammed’in (s.a.v.) insanları tevhid inancına çağırıp, putlara tapmanın bağışlanmaz bir günah olduğunu duyurmaya başladığı zaman, Mekke’liler onun bildirisinde sadece geleneksel inançlara karşı girişilmiş çetin bir saldırı değil, mevcut toplumsal düzeni yerle bir edebilecek bir devrim soluğu da buldular. Onların gözünde ekonomik adalet, toplumsal eşitlik gibi konular dinin ilgi alanı dışında değerlendirilmesi gereken salt ‘dünyevî’ meselelerdi ve İslâm’ın bu meseleler çevresindeki devrimci tavrı hiç de katlanılır gibi değildi. İslâm’ın getirdiği yeni ve islah edici değerler, onların yerleşik ticarî teamülleriyle, kabilevî hiyerarşinin katı kurallarıyla, varlıklı sınıfın hayatına egemen ahlâkî başıboşlukla bağdaşmıyordu. Onların gözünde din daha çok kişisel bir meseleydi ve davranışlardan çok tutumlarla ilgiliydi.
Şüphesiz böyle bir anlayış, Peygamber’in dinden söz ederken kastettiği şeyin tam tersi oluyordu. Çünkü ona göre bütün uygulamaları ve kurumlarıyla birlikte topyekûn toplumsal hayat ancak din kavramı çerçevesinde anlamlı yapılara ulaştırılabilirdi; ve ona biri kalkıp da dinin kişisel bir vicdan meselesi olduğunu ve dolayısıyla toplumsal davranış örgüsüyle ilgisi bulunmadığını söyleseydi, muhakkak ki buna çok şaşırırdı. Mekke’li müşrikleri hoşnutsuz kılan, çileden çıkaran şey de mesajının bu yanıydı zaten. Toplumsal problemlere karşı kayıtsız kalsaydı, müşriklerin tepkisi o kadar şiddetli olmazdı herhalde… Şüphesiz, kendi dinsel görüşleriyle çatıştığı noktalarda İslâm’a karşı yine olumsuz bir tavır içinde olurlardı; ama bu karşı tavır, muhtemelen tebligatın ilk dönemlerinde gösterilen bir homurtudan ileri geçmezdi. Nitekim Mekke’li müşrikler İslâm’dan kısa bir süre önce bölgede görülen mevzii Hristiyan propagandasına karşı önce biraz homurdanmışlar, sonra peşini bırakmışlardı. Eğer Hz.Muhammed (s.a.v.) de Hristiyan rahiplerin izinden giderek insanları sadece Allah’a inanmaya, ebedî kurtuluş için O’na dua etmeye ve kişisel işlerinde ölçülü davranmaya çağırsaydı, elbette ki şimşekleri o kadar üzerine çekmezdi. Ama o hiç bir zaman Allah’ın hakkını Allah’a, kayzerin hakkını kayzere bırakan Hristiyani ikiyüzlülüğe tevessül edip, mesajını sadece iman, zühd ve kişisel ahlâkla sınırlandırmadı. Hem bunu nasıl yapardı ? Allah ona “Rabbimiz, bize bu dünyada da iyilik ver, öte dünyada da” diye dua etmesini buyurmuyor muydu ? Bu Kur’ânî cümlede “bu dünyadaki iyilik, öte dünyadaki iyilik”ten önce zikredilmiştir; bunun birinci sebebi, bu dünyada yaşanan hayatın ahiret hayatına takaddüm etmesi, onun tohumunu içinde taşıması; ikinci sebebi de, insanın, ruhun çağrısına kulak verrip de “ahiret iyiliği”ni aramadan önce fiziksel ve dünyevî ihtiyaçlarının doyumunu arayacak yapıda yaratılmış olmasıdır. Hz.Muhammed’in (s.a.v.) çağrısı fiziksel ihtiyaçları gözardı eden, dünyevî hayatı bir kenara iten salt mistik bir çağrı değildi. Ruhun ve bedenin aynı gerçekliğin, bir bütün olarak insan hayatının değişik, fakat birbirinden ayrılmaz yanları olduğunu vâzeden bir çağrıydı onunkisi. Böyle olduğu için de o, sadece bireylerdeki ahlâkî tutumun islâhı ve olgunlaştırılmasıyla yetinemezdi; bu ahlâkî olgunluğun, aynı olgunlukta belli bir toplumsal düzene ulaştıracak yönde biçimlenmesini amaçlıyordu o; öyle bir toplumsal düzen ki, içinde cemaatin her üyesi için fiziksel ve maddî planda âdil ve giderek yeterli yaşama koşulları sağlanmış ve böylece manevî yükselmenin önündeki engeller aşılmış olsun. 
[alıntı: MEKKE’YE GİDEN YOL / Istanbul 1992, s.377-378]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İzleyiciler