(...) Hz.Muhammed’in
(s.a.v.) insanları tevhid inancına çağırıp, putlara tapmanın bağışlanmaz bir
günah olduğunu duyurmaya başladığı zaman, Mekke’liler onun bildirisinde sadece
geleneksel inançlara karşı girişilmiş çetin bir saldırı değil, mevcut toplumsal
düzeni yerle bir edebilecek bir devrim soluğu da buldular. Onların gözünde
ekonomik adalet, toplumsal eşitlik gibi konular dinin ilgi alanı dışında
değerlendirilmesi gereken salt ‘dünyevî’ meselelerdi ve İslâm’ın bu meseleler
çevresindeki devrimci tavrı hiç de katlanılır gibi değildi. İslâm’ın getirdiği
yeni ve islah edici değerler, onların yerleşik ticarî teamülleriyle, kabilevî
hiyerarşinin katı kurallarıyla, varlıklı sınıfın hayatına egemen ahlâkî
başıboşlukla bağdaşmıyordu. Onların gözünde din daha çok kişisel bir meseleydi
ve davranışlardan çok tutumlarla ilgiliydi.
Şüphesiz
böyle bir anlayış, Peygamber’in dinden söz ederken kastettiği şeyin tam tersi
oluyordu. Çünkü ona göre bütün uygulamaları ve kurumlarıyla birlikte topyekûn
toplumsal hayat ancak din kavramı çerçevesinde anlamlı yapılara
ulaştırılabilirdi; ve ona biri kalkıp da dinin kişisel bir vicdan meselesi
olduğunu ve dolayısıyla toplumsal davranış örgüsüyle ilgisi bulunmadığını
söyleseydi, muhakkak ki buna çok şaşırırdı. Mekke’li müşrikleri hoşnutsuz
kılan, çileden çıkaran şey de mesajının bu yanıydı zaten. Toplumsal problemlere
karşı kayıtsız kalsaydı, müşriklerin tepkisi o kadar şiddetli olmazdı herhalde…
Şüphesiz, kendi dinsel görüşleriyle çatıştığı noktalarda İslâm’a karşı yine
olumsuz bir tavır içinde olurlardı; ama bu karşı tavır, muhtemelen tebligatın
ilk dönemlerinde gösterilen bir homurtudan ileri geçmezdi. Nitekim Mekke’li
müşrikler İslâm’dan kısa bir süre önce bölgede görülen mevzii Hristiyan
propagandasına karşı önce biraz homurdanmışlar, sonra peşini bırakmışlardı.
Eğer Hz.Muhammed (s.a.v.) de Hristiyan rahiplerin izinden giderek insanları
sadece Allah’a inanmaya, ebedî kurtuluş için O’na dua etmeye ve kişisel
işlerinde ölçülü davranmaya çağırsaydı, elbette ki şimşekleri o kadar üzerine
çekmezdi. Ama o hiç bir zaman Allah’ın hakkını Allah’a, kayzerin hakkını
kayzere bırakan Hristiyani ikiyüzlülüğe tevessül edip, mesajını sadece iman,
zühd ve kişisel ahlâkla sınırlandırmadı. Hem bunu nasıl yapardı ? Allah ona “Rabbimiz,
bize bu dünyada da iyilik ver, öte dünyada da” diye dua etmesini buyurmuyor
muydu ? Bu Kur’ânî cümlede “bu dünyadaki iyilik, öte dünyadaki iyilik”ten önce
zikredilmiştir; bunun birinci sebebi, bu dünyada yaşanan hayatın ahiret
hayatına takaddüm etmesi, onun tohumunu içinde taşıması; ikinci sebebi de,
insanın, ruhun çağrısına kulak verrip de “ahiret iyiliği”ni aramadan önce
fiziksel ve dünyevî ihtiyaçlarının doyumunu arayacak yapıda yaratılmış
olmasıdır. Hz.Muhammed’in (s.a.v.) çağrısı fiziksel ihtiyaçları gözardı eden,
dünyevî hayatı bir kenara iten salt mistik bir çağrı değildi. Ruhun ve bedenin
aynı gerçekliğin, bir bütün olarak insan hayatının değişik, fakat birbirinden
ayrılmaz yanları olduğunu vâzeden bir çağrıydı onunkisi. Böyle olduğu için de
o, sadece bireylerdeki ahlâkî tutumun islâhı ve olgunlaştırılmasıyla
yetinemezdi; bu ahlâkî olgunluğun, aynı olgunlukta belli bir toplumsal düzene
ulaştıracak yönde biçimlenmesini amaçlıyordu o; öyle bir toplumsal düzen ki,
içinde cemaatin her üyesi için fiziksel ve maddî planda âdil ve giderek yeterli
yaşama koşulları sağlanmış ve böylece manevî yükselmenin önündeki engeller
aşılmış olsun. [alıntı: MEKKE’YE GİDEN YOL / Istanbul 1992, s.377-378]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.