20 Haziran 2010 Pazar

"ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ANTLAŞMALAR" BÂBINDA KUR'ÂNÎ BİR YAKLAŞIM...

Bismillâhirrahmânirrahîm


GİRİZGÂH

Mubârek Kur'ân'da yer alan bâzı ilâhî ikaz, emir ve hükümler Mü'min ve Mü'mine Müslümanların birçok "beşerî düzenleme"yi reddetmelerini gerektirir.
Ne var ki ilâhî ikaz, emir ve hükümleri -hâşâ!- yok saymayı, ya da en hafifinden "önemsememe"yi "çağdaş"lığın(!), hatta "ileri/ilerici olma"nın(!) "olmazsa olmaz"ı kabûl eden; dahası, keskin ve cezâî müeyyidelerle donatılmış bazı "yasa"larla "yasa ve düzenlemeleri" ilâhî ikaz, emir ve hükümlere dayandırmayı, "referans"ını onlardan almaya kalkmayı resmen yasaklayan bir çağda ve çağa hâkim olan bu bâtıl dünya görüşünü, "Global Mahalle Baskısı"na(!) alabildiğine tâviz vererek "resmen"(!) benimsemiş olan bir toplumda yaşıyoruz.
Dolayısıyla Mü'min ve Mü'mine Müslümanlar olarak işimiz bir hayli zor, hatta tehlikeli!

Mubârek Kur'ânda yer alan ilâhî ikaz, emir ve hükümleri -hâşâ!- yok saymak, ya da en hafifinden "önemsememek" - deyim yerindeyse- tipik bir "devekuşu sendromu"dur; yani, "apaçık bir tehlikeyi yoksaymak için kendi kandırma yöntemleri geliştirme ve uygulama hezeyânı ve çabası"dır.
Bu "kendini kandırma yöntemleri" ne kadar ustaca planlanmış ve girift olurlarsa olsunlar, netice itibâriyle elbette ki sözkonusu olan "apaçık tehlike"yi bertaraf edemezler.

Mü'min bir Müslüman neden mubârek Kur'ânda yer alan ilâhî ikaz, emir ve hükümleri -hâşâ!- yok saymak, ya da en hafifinden "önemsememek" gibi son derece tehlikeli bir tutum sergileme durumuna düşer?
Sormamız gereken suâl öncelikle budur!
Kanaat-i âcizâneme göre mubârek 'Alâq Sûresinin 6. ve 7. âyet-i kerîmeleri bu can alıcı suâlin -deyim yerindeyse- "ilk basamak" cevâbını vermektedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm

HAYIR! Siz öyle zannetmeseniz bile, bu kesinlikle böyledir! Şu kesin bir gerçek ki, insan kesinlikle tuğyân eder/her türlü sınırı aşan bir azgınlık sergiler, görünce kendini Allah’ı gözardı ederek her konuda kendi-kendine yeterli!
(96 el- 'Alâq 6-7)

"İkinci basamak" ise, yine kanaat-i âcizâneme göre, besbelli ki mubârek Mâ'ide Sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde, Âlemlerin Rabbi Allah'ın, celle şânuhu, "Allah'ın sevdiği ve Allah'ı seven bir toplum"un niteliklerini tarif ederken kullandığı "(onlar) kınayıcıların kınamasından korkmazlar" ifâdesinde gizlidir: "kınayıcılar - yani, bu durumda 'Global Mahalle Baskısı'(!) tarafından kınanmaktan ölesiye korkma sendromu"!

Bu girizgâhtan sonra şimdi mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118 ilâ 120. âyet-i kerîmelerinde dile gelen ilâhî ikaza -dolayısıyla da emre- bir kulak verelim...

Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118. âyet-i kerîmesiyle başlayıp 120. âyet-i kerîmesiyle biten bölümde son derece çarpıcı ve bir o kadar da önemli bir ikazda bulunmaktadır Mü'min ve Mü'mine Müslümanlara. Önce açıklamalarla genişletilmiş bir metin olarak okuyalım bu ikazı:

Bismillâhirrahmânirrahîm

SİZ EY HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ! Kendi dışınızda olup Hakk Dîn’e îmân etmedikleri için Allah nezdinde değer bakımından düşük seviyede onlarla iş ve/veya özel hayatınızın öncelikle ve özellikle yalnızca sizi ilgilendirdikleri için mutlaka gizli kalmaları gereken taraflarını asla paylaşmayın, onlarla bu derece yakın ve/veya samîmî bir ilişki içinde asla olmayın! Çünki onlar aklınızı, düşüncelerinizi etkileyip bulandırarak sizi, zihninizin olduğu kadar bedeninizin de yozlaşmasına yol açan, ızdırâb verici, üzerinizde iz bırakıcı bir bozulmuşluk hâline düşürmek için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler! Size korku dolu çok büyük bir sıkıntı yaşatıp, sizi allak-bullak edecek herşeyi tutkuyla hoşlanarak arzularlar! Size karşı besledikleri o tiksinti dolu yoğun nefret ağızlarından taşıyor ve bu da artık gerçekten de gözle görülecek şekilde ortaya çıkıp belli oldu! Ve iç dünyâlarında gizledikleri çok daha kötüdür bütün bunlardan! İşte bu âyetleri sizin için apaçık açıkladık - eğer aklınızı kullanageldiyseniz!
Ha! İşte siz busunuz! Siz öyle kimselersiniz ki onları seversiniz... Ve andolsun ki, onlar asla sevmezler sizi! Ve siz vahiylerin, insanlar tarafından tahrîf edilmiş kısımları dışında, tamamına îmân edersiniz. Ve andolsun ki, onlar sizinle karşılaştıkları, yüzyüze geldikleri zaman derler ki: “Îmân ettik!”
Ve andolsun ki, kendi başlarına kaldıkları zaman size karşı olan şiddetli öfkelerinden dolayı parmaklarını ısırırlar!
De ki onlara: “Ölün o şiddetli öfkenizle! Şu kesin bir gerçek ki, Allah özüne nüfuz ederek, nitelik olarak derinliğine, nicelik olarak tüm ayrıntı ve cüzleriyle ve bunun için zaman, mekân ve âlete muhtâc olmaksızın bilir özünü insanın iç dünyâsında barındırdıklarının!"
Eğer size hakîkî anlamda mutluluk veren güzel bir iyilik dokunursa, bu üzer onları. Ve eğer bir kötülük isâbet ederse size ferah bulur, mutlu olurlar onunla. Ama eğer şartlar ne olursa olsun Hakk Dîn’e îmânın gereği olan tavrı gösterip, duruşunuzu bozmazsanız ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olup bu sorumluluk bilincinin gereklerini yerine getirirseniz, onların hileleri asla zarar veremez size! Şu kesin bir gerçek ki, Allah, onların kasıtlı olarak, bilerek-isteyerek yapıp-ettikleri herşeyi kuşatandır!

Ve işte aynı mubârek âyet-i kerîmelerin "Düz Meâl"i:

Bismillâhirrahmânirrahîm

3 Âlu İmrân 118 SİZ EY HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ! Asla sırdaş edinmeyin kendi dışınızda olup Hakk Dîn’e îmân etmedikleri için Allah nezdinde değer bakımından düşük seviyede olanlardan! Asla geri kalmaz onlar aklınızı, düşüncelerinizi etkileyip bulandırarak sizi, zihninizin olduğu kadar bedeninizin de yozlaşmasına yol açan, ızdırâb verici, üzerinizde iz bırakıcı bir bozulmuşluk hâline düşürmekten; tutkuyla hoşlanarak arzularlar, size korku dolu çok büyük bir sıkıntı yaşatıp, sizi allak-bullak edecek ne varsa onu! Gerçekten de gözle görülecek şekilde ortaya çıkıp belli oldu o tiksinti dolu yoğun nefret ağızlarından ve ne varsa gizledikleri göğüslerinde daha büyüktür! Gerçekten de Biz işte bu âyetleri sizin için apaçık açıkladık - eğer aklınızı kullanageldiyseniz!

3 Âlu İmrân 119 Ha! İşte siz busunuz/İşte, siz öyle kimselersiniz ki seversiniz onları... Ve asla sevmezler sizi. Ve siz îmân edersiniz o Kitâb’a bütünüyle. Ve karşılaştıkları/yüzyüze geldikleri zaman sizinle derler ki: “Îmân ettik!”
Ve kendi başlarına kaldıkları zaman ısırırlar parmaklarını size karşı şiddetli öfkelerinden!
De ki: “Ölün şiddetli öfkenizle! Şu kesin bir gerçek ki, Allah özüne nüfuz ederek, nitelik olarak derinliğine, nicelik olarak tüm ayrıntı ve cüzleriyle ve bunun için zaman, mekân ve âlete muhtâc olmaksızın bilir özünü o göğüslerin!”

3 Âlu İmrân 120 Eğer dokunursa size hakîkî anlamda mutluluk veren güzel bir iyilik, bu üzer onları. Ve eğer bir kötülük isâbet ederse size ferah bulur, mutlu olurlar onunla. Ve eğer sabrederseniz ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olup bu sorumluluk bilincinin gereklerini yerine getirirseniz, asla zarar veremez size onların hileleri! Şu kesin bir gerçek ki, Allah, ne varsa onların kasıtlı olarak, bilerek-isteyerek yapıp-ettikleri hepsini kuşatandır.


"HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ"nin "sırdaş" edinmeleri yasaklananların öncelikle ve özellikle kimler olduğunu kanaat-i âcizâneme göre sahip oldukları niteliklerle atıfta bulunmak sûretiyle en güzel açıklayan merhûm üstâd Muhammed Esed'dir:

"Âyetin siyâk ve sibâkı (yani, bağlamı - MEN) sizin dışınızda olanlar ("min dûnikum"ifâdesiyle yalnızca, sözleri ve davranışlarıyla İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını belli eden kişilerin kasdedildiğini göstermektedir (Taberî). (...) Onların hayat görüşü Müslümanlarınkine öylesine temelden karşıdır ki, aralarında gerçek bir dostluk sözkonusu olamaz".

Üstâd Bayraktar Bayraklı da benzeri bir açıklama getirmektedir - ama yalnızca "sevmek" bağlamında:

"119. âyette, Müslümanların kitap ehlinin inandığı Kitâb-ı Mukaddes'e ve bütün kitaplara (yani, meâlimde, âcizâne, özellikle belirttiğim gibi yalnızca onların "insanlar tarafından tahrîf edilmemiş kısımlarının tamamına ve bütünlüğüne" - MEN) îmân etseler bile, onların sevgisini kazanamayacaklarına işâret edilerek, aradaki problemin onların kitaplarına inanıp inanmamakla alâkalı olmadığı, tevhîd îmânıyla ve onlar gibi yaşamamakla alâkalı olduğu vurgulanmaktadır. Dünya görüşü ve hayat tarzı, îmânın önüne geçerek sevgiyi önlemektedir. Kâfirlerin ve/veya münâfıkların derdi, Müslümanların neye ve nasıl îmân ettikleri değil, nasıl yaşadıklarıdır. Onlar âdetâ şöyle diyorlardı: dünyaya bizim gibi bakar, bizim hayat tarzımızı benimserseniz, îmânınız farklı da olsa sizi sevebiliriz."

Burada dile getirilen "sevgi" konusunda da dikkatli olmamız lâzım! Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, Mü'min ve Mü'mine Müslümanların maddî ve mânevî hayatlarının her alanında belli "İlahî Kıstaslar" koymuştur. "Sevgi", yani Mü'min ve Mü'mine Müslümanlar olarak kimin/kimlerin - neyin/nelerin sevilip sevilemeyeceği bile "İlâhî Kıstas"a tâbidir. İşte bu "sevgi"nin -deyim yerindeyse- "toplumsal boyut"u mubârek el-Mucâdile Sûresinin 22. âyet-i kerîmesindeki hükümle apaçık bir şekilde bildirilmektedir:

Bismillâhirrahmânirrahîm

Asla bulamazsın Allah'a ve Âhiret Günü'ne îmân eden bir kavim, Allah'a ve Rasûlüne karşı haddi aşanları/onlara karşı çıkmak suretiyle meydan okuyanları tabiî bir eğilimle sevsin - o haddlerini aşanlar, kendi babaları ya da oğulları ya da kardeşleri ya da aşîretleri bile olsa. 
İşte bunlar, Allah'ın kalblerine o îmânı yazdığı ve tarafından bir rûh ile destekledikleridir/güçlendirdikleridir! Ve sokar onları Cennetlere - altlarında nehirler çağıldar! Bulundukları hâl üzere sâbit kalarak varlıklarını sürdürürler onun içinde! Allah onlardan râzıdır ve onlar da O’ndan râzıdır. İşte bunlar hizbullâhtır - gözüpek bir kararlılık içinde Allah'tan yana taraf olanlardır! Dikkat edin! Şu kesin bir gerçek ki, hizbullâh - gözüpek bir kararlılık içinde Allah'tan yana taraf olanlar o felâha/bu dünyada hakîkî mutluluğu, âhirette de azâbın her türlüsünden kurtuluşu sağlayan o kazanca erişenlerdir!
(58 el-Mucâdile 22)

Mubârek Kur'ân'ı Âlemlerin Rabbi Allah'tan, celle şânuhu, gelen son ve katışıksız vahiy, Hz. Muhammed efendimizin de, sallallahu 'aleyhi ve sellem, Âlemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, son rasûlü olduğunu kabûl etmemek, yani, hristiyanların ve yahûdîlerin -deyim yerindeyse- "standard" tavrı, düpedüz "Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkmak" değildir de nedir?
O hâlde Mü'min bir Müslüman olarak bir hristiyanı ve/veya yahûdîyi nasıl sevebilirim?
Bir insanı "sevmemek" elbette ki ona "kötü davranmak" mânâsına gelmez! Yalnızca onunla kendimiz arasına, öncelikle "duygusal" ya da "mânevî" açıdan bir mesâfe koyup, o mesâfeyi titizlikle korumak demektir! O kimseyi "sırdaş" edinmemek de bu mesâfeli tavrın gereği, kaçınılmaz netîcesidir.

Tevhîd Îmânı'na sahip bir insanın, yani, Mü'min bir Müslümanın hayat tarzını ve dünya görüşünü îmânı belirler. Bir başka deyişle, Mü'min bir Müslüman, îmânıyla çelişen bir hayat tarzına ve dünya görüşüne sahip olamaz - aksi takdirde Alemlerin Rabbi Allah'ın, azze ve celle, dîni İslâm'ın özü ve rûhu olan "tevhîd ilkesi"nin dışına çıkmış olur! Dolayısıyla Mü'min bir Müslümanın "dünya görüşü"ne ve "hayat tarzı"na karşı olmak, onun îmânına karşı olmakla eşdeğerdir, aynı mânâya gelir. "Îmanınıza saygı duyuyorum ama hayat tarzınızı, dünya görüşünüzü uygun görmüyorum, onlara karşı çıkıyorum!" demek "demokratik" ve "insan haklarına saygılı" bir tavır sergilemek değil, abesle iştigâl, yani İslâmî açıdan kabûl edilmesi mümkin olmayan bir tutumdur.

Dikkat edilirse, mubârek Kur'ân'da ferd ile ferdlerin meydânâ getirdikleri toplum, dolayısıyla da o toplumun yapısı ve düzeni arasında bir bağ kurulur.
Mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118. âyet-i kerîmesinde yer alan:
"Kendi dışınızda olup Hakk Dîn’e îmân etmedikleri için Allah nezdinde değer bakımından düşük seviyede onlarla iş ve/veya özel hayatınızın öncelikle ve özellikle yalnızca sizi ilgilendirdikleri için mutlaka gizli kalmaları gereken taraflarını asla paylaşmayın, onlarla bu derece yakın ve/veya samîmî bir ilişki içinde asla olmayın!" hükmü yalnızca ferdî hayat için değil, "HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ"nin meydâna getirdiği toplum, dolayısıyla da devlet için aynen geçerlidir.
Bir başka deyişe "devlet sırları" hiçbir şekilde "Hakk Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"larla paylaşılamaz; "Hakk  Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"lar hiçbir şekilde "devlet sırrı" niteliği taşıyan bilgilerle iştigâl eden "resmî makam"lara getirilemez!
"Demokrasi" ve "İnsan Hakları" açısından "kabûl edilemez bir ayırımcılık" ama Mü'min Müslümanlar için "asla vazgeçilemez, ihmâl edilemez, olmazsa olmaz" bir İlâhî Kural!

Gelelim bu âyetler dizisinin, kanaat-i âcizâneme göre, anahtar kavramı ve "sırdaş" diye meâllendirilmiş olan "bitâneten" ifâdesine... Bakın, Kur'ân lugatlarının şâhı olarak bilinen Mufredâtu Elfâzi'l-Qur'ân'da merhûm üstâd Râğıb el-İsfahânî bu kavramı nasıl açıyor/açıklıyor:
"Yani, işlerinizin içyüzünü bilecek kadar yakın dost. Bu kullanım, elbise içliği/astarı mânâsına gelen bitânetu'ş-şevbi kullanımından müsteârdır/ödünç alınmıştır. Bunun delîli de Arabların 'Falan kimseyi özel, yakın dostum olarak seçtim!' mânâsında kullandıkları lebistu fulânen, yani 'Filan kimseyi giyindim!' ifâdesidir..."

Başka söze gerek var mı?

Şimdi hep birlikte tarihin şâhitliğine müracaat edelim:
"HAKK DÎN’E ÎMÂN ETMİŞ VE HAKK DÎN’E ÎMÂNLARININ GEREĞİNCE YAŞAMAYI BİR HAYAT TARZI VE İLKESİ HÂLİNE GETİRMİŞ OLANLAR AİLESİ"nin meydâna getirdiği toplumların, dolayısıyla da devletlerin çöküş ve giderek tarih sahnesinden siliniş süreçleri ne zaman başlamıştır?
Sözgelimi, Endülüs İslâm Devleti'nin çöküşünün ne zaman başladığını tesbît edebilmek için, bundan önce arz ettiğim bölümü okumak yeterli olacaktır kanaatindeyim!

Ve soralım:
Şerefli ecdâdımızın devleti olan Devlet-i 'Aliyye, yani, Osmanlı Devleti'nin pâdişahlarının "sır"larını bilme konumunda olanlar arasında "Hakk  Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"lar var mıydı?
Varsa, neden?

Buyrun, işte bir delil de şerefli ecdâdımızın tarihinden:
Prof. Dr. Taner Timur "Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler" (İmge Kitabevi, Ankara 2006) "Yunan İhtilâli'nden sonra Istanbul'a yerleşmiş ve saray doktoru olarak Osmanlı Devleti'nin her türlü sırrına vâkıf olmuş bir İngiliz doktorun ve ailesinin (Dr. Julius M. Millingen) öyküsü"nü uzun uzun anlatıyor! Bu zât 1827'de Istanbul'a yerleşmiş ve burada 1878 yılında ölene kadar beş padişaha hizmet etmiş!
"Osmanlı Devleti'nde saray doktorları, başta sultanların sağlık durumları olmak üzere tüm saray sırlarına kolayca ulaşabiliyorlardı." (a.g.e., s. 54)
Aynı kitaptan/makaleden öğrendiğimize göre, Sultan II. Mahmûd'un, özellikle de Sultan Abdulazîz'in ölüm sebeblerini açıklayan ve çok tartışma konusu olan raporlar bu Dr. Millingen'in imzasını taşıyorlarmış! Daha birçok çarpıcı ayrıntı var bu makalede ama onları meraklıların kitabı bulup da okumaları için aktarmıyorum!

Mubârek Âlû İmrân Sûresinin 118 ilâ 120. âyet-i kerîmelerinde dile gelen "İlâhî İkaz"ı kimler, neden ve nasıl gözardı etmiş/edebilmişlerdi?

Bugün "devlet sırrı" niteliği taşıyan bilgilere "Hakk  Dîn'e îman etmiş/Mü'min Müslüman olmayan"ların "resmen dâhil" olmaları/edilmeleri sözkonusu mudur? Sözgelimi, askerî alanda yapılan birtakım antlaşmalarla?

"KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ!" atalar sözü gümbür gümbür devrede besbelli!


Merhûm üstâd İmam Kurtûbî'den bir alıntı:

Hz. Ömer'e (r.a.) "Burada Hire'li bir hristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik edecek, kalemle ondan daha güzel yazı yazacak kimse yoktur. O, senin yazı işlerini yürütsün mü?" denmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer efendimiz (r.a.) "Ben Mü'minleri bırakıp başkalarını sırdaş edinmem!"
O hâlde zimmet ehlini (yani, bir İslâm devletinin koruması altında olan bilumum ğayr-i müslîmleri - MEN) kâtipliğe getirmek câ'iz değildir. Bundan başka alış-verişteki tasarrufları da, onların vekâletleri de câ'iz değildir.

... ve ibret verici bir şikâyete yer veriyor merhûm üstâd tefsîrinde günümüzden yaklaşık 750 yıl önce:

Derim ki: bu günümüzde artık şartlar değişmiştir. Kitap ehlinden (yani, hristiyanlardan ve yahûdîlerden - MEN) kimseler artık kâtip yapılıyor, güvenilir kimse kabûl ediliyor ve bunlar böylelikle ahmak ve câhil yönetici ve emirler nezdinde üstün mevkîlere getirilmiş bulunuyorlar!

... ve tarih konuşuyor, şâhitlik ediyor:

Milâdî 912 - 961 yılları arasında Endülüs İslâm Devletinin "halîfe" sıfatlı emîri olan III. 'Abdurrahmân'ın vezîri ve sağ kolu - yani, kelimenin tam mânâsıyla ve en azından "devlet işleri"ndeki "sırdaş"ı "Ezra oğlu İshâk oğlu Hasday" adlı bir yahûdî idi!

"Halîfe, Hasday'ı, Arabca'yı beliğ ve fasîh olarak konuşup yazabilmesi ve bir halîfenin kamuyu ilgilendiren uygulamalarında ihtiyâç duyduğu İslâm ve Endülüs kültür ve siyâseti hususunda derin bir bilgiye sahip olması dolayısıyla, bir yüksek mevkîden daha yüksek bir mevkîe yükseltip durdu. Endülüs yahûdîlerinin prensi, bu terfîlerle halîfenin saygın ve güçlü dışişleri sekreteri oldu. Sözkonusu dönem ise sıradan bir dönem değildi: Kurtuba Emevî halîfeliği, İslâm'ın Evi içerisinde mutlak üstünlüğün kendisine ait olduğu şeklindeki kapsamlı ve makûl iddiâsını III. 'Abdurrahmân ve Hasday'ın yaşadıkları dönem içerisinde ileri sürdü. Gücün ve başarının zirvesinde olan bu İslâmî rejimin en saygın sîmâlarından birinin, dünyanın her yerine dağılmış diğer yahûdîleri bulmaya ve onlara yardımda bulunmaya kendini adamış olmakla ünlü dînibütün bir yahûdî olması bize akıl almaz görünse de, bu esneklik, bu dönemin ve bu yerin doğal özelliklerinden birini teşkîl ediyordu."

[KAYNAK: Maria Rosa Menocal: DÜNYANIN İNCİSİ Endülüs Modeli s.82 (Etkileşim Yayınları - Istanbul, 2006)]







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İzleyiciler